16 Eylül 2012 Pazar

Aşka Gittim Dönmeyeceğim (ROMAN)





Bu blog, yazar Adem Özbay'ın 'Aşka Gittim Dönmeyeceğim' serisinin 1. kitabı olan 'AŞKA GİTTİM DÖNMEYECEĞİM' romanının tamamını içermektedir.
Kitap 15 bölümden oluşmaktadır, sıralaması 1den 15e doğrudur.
Aynı zamanda isterseniz kitabın tamamını PDF olarak buradan indirip, okuyabilirsiniz..

http://www.gencgelisim.com/v2/askyalnizligi.html

İyi okumalar...



Not: Serinin 2. kitabını da "aşkyalnızlığı" blog adresinden okuyabilirsiniz.

Bölüm 1


“Hiç konamayan bir kuş gibi yapayalnızım.” demiştin. “Saçlarıma kon istersen.” demiştim. Gülümsemiş ve “Sen korkuluk musun?” diye sormuştun. Gülümsemiş “Evet ben sevilesi bir korkuluğum.” demiştim. Öpmüştün “O zaman sen öptüğüm ilk korkuluksun.” demiştin. Gülümsemiştik.



***






İlk karşılaşmamız için çok sonraları “İki kuşun havada çarpışması gibi.” demiştin. Beyaz bir palton vardı üzerinde, soğuk bir kış günüydü. Ajansın o geniş merdivenlerinden çıkışını görmüştüm ilk önce. Tedirgin bir kız çocuğu salıncağa binmiş de basamaktan basamağa sallanıyor gibi gelmişti bana. Bizim sekretere “Kiminle görüşeceğini” sormuştum, o da seni bana yönlendirmişti. Her zamanki darmadağın odamı görünce şöyle bir odayı ve sonra beni süzmüş “Metin yazarlığı için gelmiştim.” demiştin. Gelmiş ve bir adamın hayatının tümden değişeceği günleri başlatmıştın.
Geçenlerde okuduğum bir haberde yine şu işi gücü olmayan bilim adamlarımız araştırmış bulmuş ve keşfetmiş. Meğer “Bir kadın karşısındaki adamın hayatının erkeği olup olmamasına üç saniyede karar veriyormuş.” Bu çokbilmiş proflar haklı mı bilmiyorum ama kadınlar üç saniye ise bizde bu durum üç milisaniyedir. Biz erkekler baktık mı şıp diye kadının hem bedeninin hem ruhunun röntgenini çekeriz.
Gözleri, burnu, yanakları, dudakları tek tek keşfederiz o kısacık anlarda. Peşinden hemen gözlerden kalbe gideriz, dudaklardan ruha. Dıştan içe doğru giden bu yolculukta o milisaniyeler içinde bir ekvator keşfi gibi maceradan maceraya koşarız biz bir kadında. Erkek milletinin böyle eşsiz bir yeteneği vardır. Bence kadınlar bu konuda bizim kadar iyi olamazlar. Çünkü bütün kadınlar diğer kadınları incelemekten erkekleri incelemek konusunda çok geri kalmışlardır.
Kadınların süs, makyaj ve kıyafet merakının kadınsal rekabetten olduğunu ergenlik ateşimiz söndüğünde biz erkekler anlayabiliyorduk. Kadınlarda ise bu durum mezara kadar devam ediyordu. Kadınların nasıl oluyor da tek tip bir kefene razı olabildiklerini anlayamıyorum. Bir gün bu moda dedikleri zıkkımın kefene kadar gidip “2012 Model Yeni Kreasyon Kefenler” adıyla bir defile düzenlenirse iş oraya kadar gitmiş demektir. Bu mevzu çok derin bir konu. Ama kadınlar bilsin ki zaten bizim için en makbul kadın kıyafetsiz bir kadındır.
Ben şimdi hiç hatırlayamıyorum biliyor musun? O ilk anımda senin için neler geçti zihnimden. Senin o ince dudakların, kısık kısık bakan küçük gözlerin, hafif toplu yanakların… Gözlerinin ardında ki için ve içindeki dünya için aklımda kalan bir “İlk bakış hatırası” yok. Neler geçti o zaman keşke bir yerlere not alsaymışım. İki reklamcı olarak daha sonraları seninle bir post it yarışına girmiştik. Şimdi o yazdığımız notlar bende çok derin bir dünya bıraktı. İkimizin birer yönetmen edasında sevgimize ait reklam filmleri çekme denemelerimizde sanki onlar.



İlk görüşmemizde aklımda kalan beyaz montun ve tedirginliğindi. İş konusunda anlaşmıştık, zaten tecrübeliydin. Daha önce sektörün en büyük iki ajansında metin yazarlığı yapmıştın ve ayrıca uluslararası bir sanat merkezinin katalog yazarıydın. Senin bu özelliğin sayesinde daha önceden şöyle böyle bilgi sahibi olduğum Da Vinci, Van Gogh, Picasso, Frida, Rodin gibi ustaların eserlerindeki çok teknik ve ustaca kurgulanmış ayrıntıları öğrenmiştim. Eserlerine ilham kaynağı olan yaşamlarındaki acıları da senden öğrenmiştim. “Sanatçıyı büyük yapan onun kişisel hikâyesidir. Eğer büyük bir hikâyesi varsa eserleri de büyük olur. Zamanının en meşhurları olan saray ressamlarının adını bugün kimse hatırlamıyor, çünkü onların bir hikâyeleri yoktu. Doğuştan asildiler ve hiçbir zaman büyük acılar çekmediler.” dediğinde Frida’nın “Yaşasın Yaşam” natürmortuna bakıyorduk. Bu tanımın o zamandan beri aklımdan hiç çıkmadı ve insanları değerlendirmede de genel bir ölçütüm oldu. Bizim eserimiz olan bir aşk vardı ortada ve onu büyük yapacak olan da acılarımızdı. Kim istemezdi ki büyük bir aşkı olsun, kim isterdi ki büyük acıları olsun.
Ajasın patronu da CV’ine bakıp benim de onayımı alınca direkt işe başlamanı istemişti. Büyükşehir belediyesinin kursları için acil bir medya planlaması yapmamız gerekiyordu. Belediyenin yeni yöneticileri eskiler gibi önlerine ne gelirse imzalayıp “Hadi başlasın.” demiyorlardı. Her cümleye bir ilave yapıyorlar çoğu tasarımın resimlerini beğenmiyor, renklerin pantone cmyk değerlerini değiştiriyorlar, çoğu reklamın sözlerine müdahale ediyorlardı. Bu durum bazen daha güzel işler çıkmasına neden olduğu gibi çoğu zaman işlerimizi yavaşlatıyor ve bizi gıcık ediyordu. Ta ki sen gelene kadar… Sen bu yöneticilerle gayet iyi anlaşmıştın. Her toplantıda onların her dediklerine “Evet, harika fikir” diyordun. Ama sonunda yine kendi istediğini kabul ettiriyordun.
İnsan idare etmek konusunda inanılmaz bir becerin vardı. Sen bunu üniversite harçlığı çıkarmak için gece gündüz durmadan Mc Donald’s, Migros, B-Fit gibi firmalarda part time çalışmana bağlıyordun. Çünkü insanlarla bolca iletişime geçmeye yarayan bu tür işler daha öğrencilik zamanlarında insanları hayata hazırlıyordu. Özellikle nazlı müşterilere satış yapmak için dil dökmek, eldeki malı pazarlamak ve insanları etkilemek için zamanla kazanılan bu alışkanlıklar gerçekten hayatın ilerleyen zamanlarında özellikle de iş dünyasında çok faydalı olabiliyorlardı.
Senin etkili iletişiminin faydasını çok görmüştük. Hele bizim patron bu durumdan o kadar çok memnun oluyordu ki, seni metin yazarlığından çok müşteri temsilcisi gibi kullanmaya başlamıştı. İlginç bir şekilde hiç şikâyet etmiyordun. Bu insanlara katlanabilme ve tahammül sınırına hayret etmiştim o zamanlar. Ajansın tüm sorunlarını bir bir çözüyordun. Çalışanlar arasında kendiliğinden bir ağırlığın oluşmuştu. Küçükler için abla büyükler için hanımefendiydin. Benim de işlerim bayağı hafiflemişti. Artık sadece metinleri hazırlayıp, projelerin genel konseptlerini belirliyordum. Yıllardan beri süren çalışma hayatımda en rahat ettiğim zamanlar senin yanında olmuştu.
Bu sürede ajansın muhasebecisi Hamdi en yakın arkadaşım olmuştu. Kalender bir çocuktu. Beni bir dost gibi sevdiğini hissettiriyordu bana. Maddi konularda her zaman önceliğim vardı. Bazen patronun kardeşi üretim müdürü olmasına rağmen para kısıntısına uğrarken bana masraflarda sonuna kadar muhasebenin kapısı açıktı. Bu samimiyetimizin o zamanlar için ilerde bize ne tür sürprizler hazırladığını bilemezdik. Meğer uzun bir koşunun henüz ilk basamağındaymışız hep birlikte orada.



Reklamlar, tasarımlar, sloganlar, grafikler, baskılar derken yavaş yavaş birbirimiz tanıdıkça tuhaf bir hayranlığımız oluşmuştu birbirimize. Bunu şimdi çok iyi anımsayabiliyorum. Uzun uzun bakıyorduk birbirimize. Ben bir reklam metni üzerinden çalışırken seyrediyordun beni. Gözlerinin saçlarımda, ellerimde yüzümde dolaştığını hissedebiliyordum ılık bir meltem gibi. Bende seni seyrediyordum. Sen ne zaman dudaklarını oynata oynata çalışmaya başladığında, o diğerinden kısa başparmağınla kâğıtların üzerinde silgiler dolaştırdığında da ben süzüyordum seni. Öyle bir cinsel arzuyla değildi sana olan ilgim, pek arzulayabileceğim bir kadın olarak bile gözükmüyordun ilk başlarda. Şuh bir kadından ziyade ağırbaşlı, oturaklı, hanım hanımcık bir kadın olarak tanımıştım o zamanlar seni.
Sonra ırmak aktı ve denizine kavuştu.
Gözlerimiz karşılıklı dik açıyla birbirlerine baktıklarında dudaklarımızda yarım yamalak bir hoşnutluk gülümsemesi belirdiğinde artık sen benim yârimdin, ben de senin yârin. O uzun yürüyüşte ruhlarımız birbirimizin olmuştu. Beşiktaş’tan Bebek’e kadar yürümüş, sahilinde yüzümüze vuran denizin kokusunu içimize çeke çeke ellerimizi buluşturmuştuk. Eminönü’nde ki Yeni Cami’nin önünde yürekleri pır pır ederek kendilerine atılan yemlere uçuşan güvercinler gibi ürkektik. Önce koluma girer gibi yapmıştın. Sonra ben, gelen birilerine yol vermek için kenara çekildiğimizde şöyle hafif sarmıştım seni. Ve bingo, ellerimiz kavuşmuştu. Ne muhteşem bir andı o. Akşamın hafif soğukluğunda ellerimiz birden ısıtıvermişti bizi. Bu nasıl bir duyguydu ki insan birden başkalaşıyor, birden tüm dünyası altüst oluyordu? Duygular, hormonlar kendi aralarında sözleşip ruhumuzda ve bedenimizde cirit atıyorlardı. İnsanın elinde olsa, durmadan her an sevse bir enerji santrali yutmuş gibi yaşardık. Belki de alkolün, uyuşturucunun sahte de olsa insana verdiği buydu. İnsanlar o yüzden bağımlısı oluyorlardı onların.



Zaman içinde ben de senin bağımlın olacaktım. Biraz serserice, biraz tutkulu, biraz kırılgan bir bağlılıktı bu. Sana durmadan yakınlaşıyor, senden uzakta kalmaya, senden ayrı saatlere bir türlü tahammül edemiyordum. Bir gezegenin çekim alanına kapılmış uydu gibiydim. Etrafında dönüyor ve o çekim alanından bir santim bile uzaklaşamıyordum.
Kısa süre içinde evinizin yakında bir ev tutmuş ve oraya taşınmıştım. Sen okulunu bitirip mesleğe atılınca ailen de yanına taşınmıştı. Bereket eğitimler, kurslar, sabaha kadar süren reklam toplantıları bahanesiyle ailenden çoğu geceler kaçıp geliyordun. Sen gelene kadar önüne sütünün konmasını bekleyen bir kedi yavrusu gibi bekliyordum. Gelir gelmez içime müthiş bir ferahlık çöküyordu. Sanki sen geldiğinde annesinin kokusunu almış bir kuş yavrusu gibi, yuvadan düşmek korkum gidiyordu içimden. Dünya kocaman bir gezegendi ve sen gelmezsen ben o sonsuz karanlık boşluğa düşecek, yitip gidecektim.
Ne günler ne geceler geçti böyle. Aslan yattığı yerden belli olur diyen ataların gönlü olsun diye yattığım yerde hep sen ol istedim. Sen olmadan ne gecelerim geçip gitmek bildi ne gündüzlerim güneşin batışına yetişti. Kısa sürede senin yemeklerine, çayına, dudaklarına ve ilgine alışmıştım. Tam bir tiryakilik olmuştun bana:
“Sana çok alıştım biliyor musun?”
“Biliyorum, çünkü ben de sana çok alıştım.”
“İnsan neden böyle oluyor, azıcık senden uzak kalamıyorum.”
“Geçer merak etme.”
“Nasıl geçer? Sen olmadan yemek bile yiyemiyorum canım, ne olacak böyle?”
“Ee geçer diyorum işte. Bu işler böyledir. İlk zamanlarda ayakların yere basmaz.”
“Bakıyorum aşk profesörü gibi konuştun. Sen nerden biliyorsun ki bunları?”
“Hayat öğretti bana. En güzel öğretmen hayattır biliyorsun.”
Pek deşmek istememiştim. Senin başka birisini sevme hikâyeni dinlemeye katlanamazdım. Sanki benim için yaratılmış benim için bu dünyaya gelmiş gibiydin. Başka hiçbir erkeğin eli eline dudağı dudağına değmemişti. Değse de ruhun sadece benim olacaktı. Bedenin bakireliğini eskisi kadar önemsemiyordum, ruhunki daha önemliydi benim için. Sonra onun da olamayacağını anlamıştım. Bir özgürlük savaşçısı gibi her gün yeni bir savaşın vardı senin. Nice esir insanlara nice hürriyetsiz memleketlere ve nice aşksız kalplere…
Biliyorum biz böyle doğmamıştık. 70’ler 80’ler 90’lar derken parçalanmış bir nesildik biz. O toplumsal kavgalar ruhlarımızı paramparça etmişti. Bu yüzden ruhlarımızda bakir kalamıyordu. Beyinlerimizde, düşüncelerimizde hep kirli hep yalnız hep mutsuzduk. İnsanın DNA’sı nasıl ailenin kalıtımsal özelliklerini taşıyorsa, toplumun DNA’sı da kuşaktan kuşağa taşınıyordu. Bizim babalarımızın yaşadığı karmaşa; solculuk, sağcılık, Müslümancılık, komünistlik, sosyalistlik, milliyetçilik tartışmaları ve gelişmekte olan bir ülke ezikliği ile özgüveni ve dinginliği kırılmış, parçalanmış bir halde bizim genlerimize transfer olmuştu. Hiç kolay değildi 90’ların 2000’lerin kuşağı olmak.


Bölüm 2


Senin gelişinden bir sene sonra ajansta patronla aramızda yavaş yavaş sıkıntılar yaşamaya başlamıştık. En büyük sorunumuz yenilikçi ve farklı yaklaşımlarımıza her zaman takoz koymasıydı. Bir reklamcılık dergisi hazırlamaya başlamıştık ama kısa sürede para getirmiyor bahanesi ile kapatılmıştı. Oysaki hem reklamcılık hem de iş dünyasının duayenlerine çok kolay ulaşabiliyorduk dergi sayesinde. İşyerindeki ödüllendirme sistemimize ise devamlı müdahale ediyordu. Biz 250 bin dolarlık bir işin sonunda toplam 1000 dolarlık bir ödül dağıtırken o bunu 500 dolara indirmemizi istemişti. Oysaki 250 binden tüm masrafları çıkarttığımızda şirkete net kalan rakam 50 bin dolardan fazlaydı.
Patronla çekişmelerimiz sürerken Hamdi bir gün “Abi gel sana bir yemek ısmarlayayım.” diyerek Tepeüstü’ndeki meşhur Lider Pide’ye götürmüştü. Karadenizlilik damarımızdan mıdır nedir pideye özellikle Bafra pidesine asla hayır demem mümkün değildi. Hamdi ile bir taraftan pideleri yemiş bir taraftan önemli kararlar aldığımız bir toplantı yapmıştık:
“Abi sen buraya fazlasın, yine geldi bizimki bana ‘Yemek paralarını kıs.’ dedi. Adama milyonlar kazandırıyoruz, kuruşların hesabını yapıyor. Benim işyerim olacak senin gibi çalışanım olacak valla en kral muameleyi yaparım.”
“Hamdiciğim bu da başta öyleydi, ama ilişkiler zamanla yıpranıyor. İş ilişkisi de bir nevi evlilik gibi. Zamanla ilk baştaki heyecanını ve özenini kaybediyor.”
“Abi benim bir düşüncem var. Eğer hayata geçirebilirsek hiçbir zaman böyle olmayacak. Sonuna kadar ilk başladığımız gibi devam edecek.”
“Hayrola nedir düşüncen?”
“Abi seni hep izliyorum, toplantılarda her zaman değişik ve orijinal fikirler sunuyorsun. Çoğunu hayata geçiremiyoruz. Sen bu işi biliyorsun, ekonomik kısmını da bana bırak. Süper bir ajans yaparız senle. Piyasayı da sallarız valla.”
“Hamdiciğim o kadar kolay değil. Pasta ajanslar tarafından paylaşılmış. Her taraf kurt dolu, kolay kolay yer edinemeyiz.”






“Abi biliyorum bunları ama sıkı bir çalışmayla 6 ayda iyi bir yere geliriz.”
“İyi de 6 aylık giderleri ne yapacağız? Kira, ofis, bilgisayarlar, eleman derken nerden baksan 100 bin dolardan fazla gider.”
“Merak etme abi ben onların hepsini düşündüm. Şu anki müşterilerimizden 4-5 tanesi bizimle çalışmayı kabul ediyor. Yani ben ağızlarını yokladım. Onlar sen nerde olursan orada olacaklarını söylüyorlar.”
“Bak dostum benim prensibimdir. Ayrıldığım yerden asla eleman ve müşteri götürmem. Gelecek olsa bile kabul etmem. Beraber iş yapacaksak ilk şartım budur.”
“Tamam abi sorun değil. Her şekilde çözeriz bunu. Benim biraz birikmişim var zaten, ayrıca şimdi bitmek üzere olan bir dubleks evimde var. Onu da satarsam fazla fazla sermaye olur.”
“Senin olur da benim olmaz dostum. Biliyorsun para biriktirmesini beceremem. Bir arabamdan başka dünyada dikili ağacım yok.”
“Abi sen paranla değil aklınla ortaksın. Tüm para sermayesi benden olacak. Müşteri takibini de ben yapacağım. Yeter ki sen ofisi ve elemanları ayarla.”
Pidecide yaptığımız bu görüşme kafamdaki ayrılık fikrini iyice ateşlemişti. Hamdi kesinlikle güvenebileceğim biriydi. 2-3 toplantı daha yapıp çoğu detaylarımızı netleştirmiştik. Hamdi’nin tekstilci tanıdıklarının çok olması nedeniyle oradaki iş potansiyelini değerlendirebiliriz diye ofisi Osmanbey’e açmaya karar vermiştik. Art direktör olarak part time iş verdiğimiz Göksel ile çalışacaktık. Ofiste hem bizim işlerimizi yapacak hem de kendi işlerini yapacaktı. Bu da yarı fiyatına çalışacağı anlamına geliyordu.
İşin en kötü yanı da bizim giderken seni yanımızda götüremeyecek olmamızdı. İkimizin birden ayrılması ajansın işlerine çok kötü bir darbe vururdu. Ayrıca ben ayrıldığım işyerinden eleman götürmeme ilkeme şimdi de sadık kalacaktım. O eleman sevdiğim kadın bile olsa.
Patronla konuşup fazla limoni olmadan ayrılmıştık. Hamdi tüm işleri devredeceği bir stajyer yetiştirmişti kendine. Benim işler içinde sen vardın. Ajansı aldığımız noktanın en az 2-3 gömlek üstüne çıkararak ayrılmıştık. Sıra kendi işimize gelmişti.
Osmanbey’de bir finans kurumunun hemen üstünde açmıştık yeni ajansımızı. En azından banka işlerimiz için fazla yürümek zorunda kalmayacaktık. Hamdi ilk önce ufak tefek işler getirmeye başlamıştı. Eski ajansın müşterilerinden iş almamıştık ama oradaki bir müşterimin yeni kurduğu teknoloji şirketinin işini mecburen almak zorunda kalmıştık. Zira adam biz işi almazsak eski ajanstan da ayrılacağını söyleyerek tatlı sert bize şantaj yapmıştı.
Her ne kadar işten ayrılmasan da sana ihtiyacımız olmaya başlamıştı. Her akşam oradaki mesaini bitirip koşa koşa Osmanbey’e gelirdin. Hafta sonları ise mecburen full-time çalışmaya başlamıştık. 6 ay hesaplamıştık ama 3. ayın sonunda başa baş noktasına gelmiştik. Hamdi de kendisinden beklemediğim bir gayretle tüm işlere hakim olmuştu. Üstüne üstük ‘ReklamLife’ adıyla bir de dergi çıkarmaya başlamıştık. İlk sayısında Cem Yılmaz, Nazif Zorlu, Kadir Topbaş gibi isimlerle çıkınca birden prestijli bir yayın haline gelmiştik.
İşler iyice rayına girince hiç beklemediğimiz şekilde sen ajansa dahil oluvermiştin. Bir toplantıda bizim eski patronla kapışmış sonrada toplantıyı ve şirketi terk etmiştin, senin gibi her konuda uysal ve uzlaşmacı olan birisinden kimsenin böyle bir tavrı hiç beklemediğine eminim. Gerçi ben de en sonunda o haşin yüzünü ve acımazlığını görecektim. Asi bir ruhun dünyayı Ziyad’ın gemileri yakması gibi yaktığına şahit olacaktım.
Ajansta beraber yaptığımız ilk iş o kadar büyük bir sükse yapmıştı ki turnayı gözünden vurmuştuk. İlk başta iş bize geldiğinde o kadar küçümsemiştik ki, basit bir sakız reklamıydı neticede. Ama köylü kızlarını kullanarak sakız reklamlarında yeni bir dönem başlatmıştık. Bana göre en çok sakızı Anadolu insanları çiğniyordu. Şehirli insanlar özellikle de beyaz yakalılar için sakız çiğnemek köylüce bir işti. O yüzden kozumuzu direkt Anadolu insanına oynamalıydık.



Bunu zar zor kabul ettirdiğimiz sakız firması reklam çok konuşulunca ve diğer firmalarda benzer reklamlar çekmeye başlayınca bütçeyi % 150 oranında artırmıştı. Bir anda şirkete giren bu kadar sıcak para hem tüm borçlarımızı kapatmış hem de Hamdi’nin iştahını kabartmıştı. Artık daha çok çalışıyor daha çok proje üretiyorduk. Yılsonu gelmeden adımızı duymayan firma kalmamıştı. Reklam dergimiz de gayet güzel gidiyordu. Ama hayatın klasik kanunları burada da işleyecek ve yaşamın güzel gidenleri eninde sonunda kötü gitmeye başlayacaktı.
Henüz ilişkimiz tek kelime ile harika giderken sevdiğimiz bir oyun başlatmıştık aramızda. Üzerinde çalıştığımız reklamlar, seyrettiğimiz bir film, okuduğumuz kitaplar ya da ortak paylaşım alanımıza girenler üzerine birbirimize post-it ile notlar bırakıyorduk. Tabii ki bunlar klasik şunu al, şunu yap şeklindeki notlar değildi. İki reklamcının; bazen esprili bazense hüzne göz kırpan notlarıydı. Çoğunlukla işyerimizdeki masalarımın hemen arkasında duvarda duran not tahtasına yapıştırdığımız bu post-itler zamanla yastığımızın üzerine, yemek masasındaki kaşığın içine, pantolonun ceketin cebine falan koymaya başlamıştık.
Sen gittikten bir süre sonra yüzlercesinden elimde kalan 40-50 tane post iti önüme koyup birlikteliğimizin özeti olan bu hatıraların ve şahitlerin eşliğinde ikimize dair bir tur yapmıştım. Ölüm anında insanın tüm hayatının gözlerinin önünden geçmesi gibi bunlar da benim kalbimin önünden geçmişti ve içerimde bir sızı bir hasret bir özlem yaratmıştı.

Bölüm 3


İşyerine arabayla gelince her gün park sorunu yaşamaya başlamıştık. “Böyle olmayacak otobüsle Taksim’e gelelim, oradan metro yapıp Osmanbey’e gideriz” diyerek bir akbil almıştık. Gerçi 2-3 gün sonra ben pes etmiştim ama o denememizden kalan notum bu olmuştu:

Hangi durağındayız sevgilim seninle sevmek yolculuğunun? Ulaşır mıyız dersin kavuşmaya, kalbimizin kılavuzluğunda? Rezervasyonu yok diye aşkın, hemen kaptım biletimi seni görür görmez gözlerinden. Dudaklarımı akbil eyledim, dakka başı yeni bir duraktayım. Sevgilim, gel uzun yolu bırakıp kestirmeden sarılalım. “Son durak!” diye anons etti yüreğim ellerini tuttuğumda, ışık hızı neymiş, vardım kalp hızımla anında sana.

Bir ilaç firması için hazırladığımız promosyon masa takvimine Türkiye’nin güzel illerinden kartpostallar seçmek için uğraşmıştık gün boyu. Akşam ofis boy arabayı getirince sen hızla inmiştin ve direksiyona iliştirilmiş şu post-itini bulmuştum.
Sen İstanbul kadar zarifsin, Marmara kadar engin… Özlediğimde bir Sivas türküsü gibi hüzünlüsün, kavuştuğumda Nemrut dağı kadar eşsiz. Öptüğümde Ankara ovası kadar büyür yanağın, İzmir kordonu gibi uzar dudağım. Ellerin Adana sıcağı, gözlerin Çanakkale mavisi. Sevgilim memleketim kadar güzelsin, vatanım kadar özgesin, sen kalbimin başkentisin.




Dergi için hazırladığımız bir yazıda mentorluk yani Türkçesi koçluk olan sistemi inceleyen bir yazı hazırlamayı düşünmüştük. Bu işleri çok iyi kıvıran Hüseyin Akın’a bu yazıyı sipariş ederken işte Mevlana’nın koçu olarak Şems’i, Yunus’un Taptuk Emre’yi, Fatih Sultan Mehmet’in Akşemsettin’i gibi isimleri vermiştik. Sonra benim kaleminden hemen şöyle bir not dökülmüştü.

Sevgilim, Mevlana’ydım, sen Şems olunca öğrendim aşkın ateşinde yanmayı. Yunus’tum, seni Taptuk bilip eğri odundan sakındırdım soframızın ateşini. Fatih’ken ben, sen Akşemsettin’im olup kalbi fethetmeyi öğrettin bana. Seni sevince gördüm yıldızlar parlarmış gökyüzünde. Ve sevmek en büyük kerametmiş insanoğlunun gönül evreninde. Sevgilim, sevapmış sana bakmak diye doldurdum amel defterimi senle…
Bir banka için çocuklara dağıtılmak üzere masal kitabı projesi yapmıştık. Çocukluğumuzun masallarını yeniden ilköğretim çocuklara uygun bir dille yazdırmış ve resimletmiştik. O masallarla uğraşırken de bunu yazıp çantandan ki cüzdanına yapıştırmıştım.

Hangi masaldan çıkıp geldin sevgilim sen buraya? Keloğlan’ın devlerden kurtarıp gönlüğünü kaptırdığı peri padişahının kızı sen misin? Kırk haramilerden kaçıp da Alaaddin’in gönlünün lambasını yakan sen misin? Tepegöz’ü öldüren Basat’ın gözüne giren yiğit prenses misin? Bin bir gece masallarının yürekleri dağlayan güzeli misin beni böyle her gece başka bir rüyanın içine hapseden? Gördüm gökten düşen üç elma, ikisi yanaklarında...

Bir gazeteye hazırladığımız promosyon harita için firma bizi haksız yere suçlamış ve bizi mahkemeye vermişti. Biz sadece A firmasından alıp B firmasına verdiğimiz halde firma bizi yıldırmak için A firmasına hiçbir işlem yapmadan sadece bizimle uğraşmıştı. Netice haklılığımız anlaşılsa da o mahkeme koridorlarına gitmek gerçekten can sıkıcıydı. İşte avukata vekâlet vermemize rağmen ceza davası olduğu için bir kez mecburen gitmek zorundaydık. Canımın sıkıntısını odama döndüğümde bilgisayarımın ekranındaki post-it alıp götürmüştü.
Sevgilim, seni aradı gözlerim mahkeme koridorlarında, tebligatı ulaştırmadı mı kuşlar sana? Yoktun borçlu olduğun davada, aşkın adaletinden kaçmasana! Doğduğumdan beridir alacaklıyım senden, dudaklarını hacze geldim. “Yok borcum!” dersen, delil olarak özlemekten yorulmuş kalbimi gösteririm. Borçtan kaçayım diye rüşvet niyetine bir sarıl desen de nasıl olsa düşürdüm elime demem, ömür boyu taksitle tahsilat da kabul ederim.

Yeni bir kanun çıkıp tüm maaşların banka üzerinden yatırılma mecburiyeti çıkınca seni bankaya hesap açtırmaya göndermek için akla karayı seçmiştik. Tüm evrakların hazırdı gidip sadece bir imza atacaktın. En sonunda post-ite yazıp klavyenin üzerine yapıştırmıştım. Not işe yaramış o gün gidip imzayı atmıştın.

Sevgilim, bir sevmek hesabı açtıralım seninle biz aşk bankasında. kâr payı diyerek sarılalım birbirimize, ikiye katlansın mevduatımız seni her öptüğümde. Sen menekşeli pencerenden el salla her sabah sevdanın veznecisi olarak, ben sıraya gireyim kuşlarla al yanaktan tadarak. Sevgilim, yaz geldi ya dünyaya, dayanamıyorum senin bu tatlılığına. Bir kampanya yapıp kalbinden kredi açsana, mutluluk kartımızın limitini artırsana!
Bir reklam çekimi için Şile’ye gitmiştin. Sabah 6’da çıkıp gece 12’de eve gelmiştin. O gün nedense çok özlemiştim seni. Bir gün dediğin göz açılıp kapana kadar geçiyordu ama o özlemek gelip insanın yakasına yapıştı mı saniyeler geçmek bilmiyordu. Ben de yazıp aynaya asmıştım, gelir gelmez lavaboya girer yüzünü yıkardın çünkü.

Bugün denize mi baktın sevgilim, gözlerine deniz kaçmış. Öylesine masmavi bakıyorsun ki, sanki için dolup taşmış. Her gülümsediğinde martılar havalanıyor gamzelerinden. Her konuştuğunda dalgalar esiyor yüzüme nefesinden. Çabuk kapat gözlerini sevgilim, öpeyim seni dudaklarından. Yoksa deniz kaçacak gözkapaklarından...

Bir TV kanalının yaratıcı fikirleri kapıştırdığı bir yarışma için hazırladığımız konsept reklamlarda Newton, Edison, Einstein gibi dahileri kullanmıştık. “Edison ampulü buldu ya sen?” gibi spot cümlelere sahip bu reklam için bir hafta deliler gibi çalışmıştık. Newton’la Edison’la Einstein’la yata kalka geçen o günlerde sonra masana bıraktığım not tabii ki onlarla alakalı olmuştu.

Ah Newton abi, yerçekimini bulacağına bulsaydın ya aşkçemini, nerden düşersek düşsek düşseydik aşka! Ya Arşimet amca, suyun kaldırma kuvvetini bulmak kolay, sıkıysa ayrılığı kaldırma kuvvetini bul da, dua etsin sana kıyamete kadar ne kadar aşık varsa. Edison dayı, elektriği saldın başımıza, var mı yâri öpmek gibisi bir mumun aydınlığında? İzafiyet teorisini bırak Einstein baba, yap bir aşk bombası da aşksızlığımızı parçala!

Bir ramazan akşamı “Hep klasik ramazan eğlencelerine gidiyoruz bu akşam değişik bir yere gidelim.” demiştik ve ünlü Türk besteci Okan Demiriş’in “Yusuf ile Züleyha” operasını, elimizdeki basın biletleri ile gidip bir görmüştük. Opera çok içimizi açmasa da kalemimizi zihnimizi açmıştı. Çıkışta elime tutuşturduğun post-it tek kelimeyle içime işlemişti.

Yusuf’un kuyusundayken fener olmuştun her karanlık gecede. Ferhat’ın azmiyle kazarken dağları, senin bakışlarınla bilemiştim kazmamı. Kaybolduğumda Mecnun’un çöllerinde ayak izinden buldum kendimi. Kurbanda boynumu uzattım feda olayım diye. Sana orucumu tuttum hiç öpmeden seni dudaklarımla. Zekat olarak verdim ömrümün kırkta birini sensiz yaşayarak. Seni sevmenin 5 şartını ezberliyorum.



Kardeşinin ÖSS (şimdi YGS) sınavına hazırlanması seni ondan çok germişti. Dershaneye gidip gitmediğini, testlerini çözüp çözmediğini, deneme sınavlarında kaç soru yaptığını günü gününe düzenli sorup çocuğu bir Nazi subayı gibi takip ediyordun. Doğrusu bu kadar sıkı takibe oğlanın bir gün isyan edip saç baş bir kavga edeceğinizi düşünüyordum Bereket bu olmadan sınav geldi geçti ve kardeşin kendine göre bir bölüm kazanıp okumaya başladı. İşte o günlerden kalan bir not.

SBS, YDS, ÖSS, KPSS en kolayıymış, kaldın mı en çok koyanı aşkın imtihanıymış. Doğru şıkkı bulmak milyonda bir ihtimalde saklıymış. Sıkısıysa sevmekten bir sınav hazırlasın ÖSYM sevgilim, yine de kesin birinci oluruz biz seninle. Öğrenime başladık mı zaten aşkın üniversitesinde, mezuniyeti rektör değil memur verir belediye başkanından aldığı yetkiyle. Gel sevgilim, hazırlanmaya başlayalım şimdiden Leyla ile Mecnun’un dershanesinde…

Seçim öncesi tartışmalar başlamış, Ak Parti mi, Chp mi, Mhp mi, Btp mi yoksa ittifak mı olacak, koalisyon mu kurulacak tartışmaları bizi zerre kadar ilgilendirmiyordu. Peş peşe bize gelip adaylık kampanyalarını yürütmemizi isteyen milletvekili adaylarını dinledikçe siyasetten soğudukça soğumuştuk. Milleti yönetecek olan insanların ne kadar bayağı ve basit karakterli olduklarına şahit oldukça hem üzülüyor hem de sinirleniyordum. Neyse ki böyle bir günde post-itin yardımıma yetişmişti.

Sevgilim, gel seninle bir koalisyon kuralım. Verip bir gensoru ayrılık hükümetini düşürelim iktidardan. Kalbimizi başbakan yapıp ellerimizi kavuşturma bakanı atayalım. Gözler içişlerine baksın, yanaklar imar ve iskâna, yerleşelim gönül konutumuza. Anayasayı değiştirelim ve değiştirilemez ilk maddesi “seni seviyorum” olsun. Dudak açılımı yapalım her gensoruda, ilelebet yaşayalım aşk cumhuriyetinin bağımsız topraklarında.

Yine hiç unutmuyorum sevgililer günü için bir prezervatif reklamı hazırlayacaktık. Firma satıştan ziyade ses getirecek bir reklam istiyordu. Zaten sektörün %78 ile en büyüğüydü. Gündeme iyice otursun diye bayağı uçlarda dolaşan bir metin çıkmıştı. “Robin Hood hiç patates yemedi, Mecnun da bizim prezervatifimizi hiç kullanamadı. Ya onları da yapsalardı?” şeklinde bir soru eşliğinde Hood ve Mecnun’un temsili resimlerinde suratları asık bir şekilde resmetmiştik. İşte o reklam çalışmaları günlerinden elimde kalan bir notun:

Senin için ne yapsam bilemem sevgilim. Çöllere mi atsam kendimi, mecnun gibi derbeder mi yaşasam. Kerem gibi alıp elime kazmayı bir tünel de ben mi açsam Bolu dağına? Robin Hood gibi mesken mi tutsam ormanları, devirsem bir okla aşkın düşmanlarını. Romeo gibi içsem zehirleri bir dikişte. Kalbim söyler bana, “Reklam yapmış onlar, sen sadece sev bir ömür, en büyük meziyet budur aşkın kitabında…”

Bir gün ağlayarak gelmiştin ofise. Yağmur yağıyordu ve benim aklıma kayıp düştüğün falan gelmişti. Ama kendine değil yağmurdan korunmak için saklandığı araba tarafından ezilen bir sokak kedisinin yavrularına ağlıyordun:

Üzüldün mü bir kuş kanadını incitti diye? Islandı mı gözlerin bir kedicik annesiz kaldı diye? İncindi mi gönlün bir gülün dalı kırıldı diye? Ah mı ettin denize bir taş atıldı diye? Ağlar mısın ceylan yavrusu su içemediğinde aslandan korkunca belgesellerde? Sevgilim, yıldızlı bir gecede hasretle öperim, merhametli kalbine selam ederim.




Bir kitapçıda çok güzel bir afiş vardı. Bir kadın tren yolunda bavulunun üzerine oturmuş ne gidiyor ne geliyor gibiydi, belki de gelmeyen birini bekliyordu. O afişi görünce ben de sana bir not yazmıştım. Sonraları beklemediğini bilmek ne kadar acı oldu bilemezsin:

Yağmasa da beklenen yağmur gibi bekle beni sevgilim. Gelmemişsem bir güneşe takılmıştır kanatlarım, bir çiçekte uyuyakalmışımdır, bir buluta sermişimdir yorganımı. Göremese de görecekmiş gibi bir ölüyü beklercesine bekle beni sevgilim. Toprağın kucağında hasretini besleyen ağaç köklerinden gelirim sana. Isırdığın bir elmada, saçlarına taktığın bir sarı gülde bul beni. Gelemesem de bekle beni sevgilim!

Cem Yılmaz’ın AROG filminin DVD’sini seyrederken, çocuklara kara tahta önünde söylediği sözlere çok gülmüştük. Ben o anda da bir post-it yazıvermiştim hemen:

Seni severek öğrendim alfabeyi, a'dan z'ye saydım ne kadar harf varsa sana seslenirken. 1'den sonsuza kadar saydım seni öperken. Pekiştireyim diye sayı bilgimi, 1 olduk seninleyken, 0 oldum sensizken. Deney niyetine ellerinin sıcaklığını ölçtüm tutarken, bıraktığımda eksiye düştüm. Köyü muhtar ve ihtiyar heyeti yönetirmiş, kalbimi sen. Hayat bilgisi dersinde hayatım sensin, bilgim sen, gelip sarılsan da beni mezun etsen.

Henüz uyanmadığım bir gün toplantıya gideceğim için apar topar çıkarken yazıp yastığının üstüne koymuştum bunu. Mükâfatım da kocaman bir öpücük olmuştu işe gelir gelmez:

Uyurken içimde bir telaşla öpüyorum seni yazılıdan kopya çeken öğrenci gibi. Elini tutunca ürkek bir serçeyim; sobaya eli değmiş bir bebeğin annesi gibi pır pır eder yüreğim. Sana ne zaman iki kelam etmek istesem, kuş olup uçup gidiyor dilim. Halim pek hayra alamet değil biliyorum sevgilim. Atarsa bir gün kalbim alıp başımı sana gelirim. Bu derdi biraz da sana çektiririm.

Bayram tatili nedeniyle dokuz günlük ara verilmişti. Sen de ailenle memleketine gidecektin. Sizi otobüse bıraktığımda cebine atıvermiştim bunu da:

Bugün bayram, seviniyor çocuklar. Bana sorsalar tek bayram var: Sana kavuşmak. İşte o zaman tatil olur kuşlara, uçarlar gönüllerinde neresi varsa. Çiçekler sıraya girer, sallanırlar esen rüzgârla ritim tutup bir oraya bir buraya. Yıldızlar bayrak olup dizilirler göğün ta ucuna. Bir tek ben sevinsem de senin bayramına sevgilim, sen sen ol bayram diye tatil verme sakın dudaklarına, yanaklarına.

“Şu Turkcell’in NAR kampanyası nedir?” diye telefonunu alıp tutuşturmuştun elime. Yok, bilmem ne kadar TL yüklersek bilmem kaç katı bedava TL yükleniyormuş. Yahu nerden bileyim ben de girip benim bankanın internet şubesine şıp diye TL yükleyivermiştim telefonuna:

Seviyorum valla seni. Bedava dakika veren telefon hattı gibi sen bir dakika sev, ben her yöne bin dakika seveyim seni. Tüm lekeleri çıkaran deterjan gibi öpücük lekesi bırakmam, geçerim tüm sevme testlerini. Yirmi dokuz kupona verilen promosyon neymiş, çekilişsiz kurasız veriyorum sana kendimi. Tüm piyangolarda sana oynadım, çıkmasa da beş kuruşluk ikramiye, sen varken üzülmem hiçbir şeye.

Reklam görüşmesi için gelen bilgisayar firmasının reklam müdürü olan kızla biraz samimi olunca hemen küsüp toplantı biter bitmez ajanstan kaçarcasına gitmiştin. Ben de canın sıkkın olduğunda gittiğin Fatih’teki çay bahçesinde bulmuştum seni. Özür mahiyetindeki notumu verip barışmanın eşliğinde sıcak çaylarımızı yudumlamıştık:



Küsmüşsün ya sen bana, geldi menekşeler koklaştığımız ağacın altına, barıştıracaklarmış bizi işbirliği yapıp kuşlarla. Yoksa gökyüzü durmadan gözyaşı dökecekmiş, dünyayı basacakmış sel, tufan… Balıklar firar edeceklermiş denizlerden, tuzu kalacakmış bir tek martılara. Kokmayacakmış karanfiller, ayrılığımızın inadına. Ne kadar dediysem de dinletemedim, bizim küsmemiz barışma numarasıyla daha çok sarılmak içindir diye.
Devrimcilerin aşkları diye bir gazete yazısı okumuştuk bir pazar. Tam sayfa bir pazar eki haberiydi. Gazetenin kenarındaki beyaz alana yazıp vermiştim bunu sana. Şimdi o gazete parçası elimde duruyordu:

Sana bir sır söyleyeyim mi? Şu hayatta bir şey öğrendim: en büyük devrim seni sevmekmiş. Kapitalizm, sosyalizm hepsinden geçtim, şimdi sensizim. Bir ihtilal hazırladım başkaldırıp yalnızlığa, sarılacağım sana ilk kavuşmamızın bildirisini yayınladığımda. Musab, Che, Malcolm, Deniz, Mayakovski bizi görseydi kesin devrimci selamı verirdi. Sana bir sır söylüyorum bak seviyorum seni deli gibi, söylemezsin kuşlara değil mi?

Neden, niçin yazdığımı ya da yazdığını anımsayamadığım notlar da vardı. Hafızamın içinde senin gidişinin sancılı olmasının hatıraları dururken, bu post-itleri unutmak pek acı gelmemişti bana. Belki de ben öyle zannediyordum. Bir gün bu post-itler kalbime vura vura yaralarımdan nice irinler fışkırtacaklardı.

***
Gizemini çözdüm bu define haritasının, senmişsin meğer şifrelenilen içine. Gözlerin inciymiş gözkapaklarının arasında, ağladıkça büyüyen. Saçlarına dizilirmiş elmaslar, yakutlar ay ışığında parlayan. Tek taş gibi konmuş yüzüne burnun, aynalarda güzelliği ortaya çıkan. Kaşıkçı elmasından daha değerlidir yanakçı elmasın. Gamzelerinde saklıymış kâf dağının zümrütleri. Kaldır ellerini bu bir soygundur, yanağından öpmeye geldim seni.

***
Neden durmaz kuşlar kırmızı ışıkta? Hiç başını kaldırıp yeşil yanmış mı diye bakmaz kaplumbağalar sahile koşarken. Karşıya geçerken hangi kelebek bakar sağına soluna? Koşarken bir ceylan ne zaman söyler üstünden geçen kartala, fazla hız yapma! Sıkıysa ceza kessin ormanların aslanı, radara yakalanmış bir kaplana. Hangi gül bakar pembe rujum akmış mı diye aynaya? İşte sevgilim böyle özgürüm ben de seninle, aşkın tüm yollarında.

***
Ey doktor, gel de ruhumun dizine vur, kanatlanayım aşkın refleksiyle. Gönlüme bir röntgen çekip baksan yaram var mı derinlerde. Stetoskobu dayayıp göğsüme, dinlesen bir ney gibi inleyen kalbimi. Dertlerime devan varsa yaz reçetemi. 100 mg mutluluk, 100 mg huzur yaz ey doktor, yatılıya bırakma beni. Kalırsam sadece yıldızları alırım refakatçi. Hem SSK ödemez ise bunları, ödetir elbet güller bir buse ile beni bu derde salana.




***
Matematiği gözlerinden öğrendim ben. İki kere baktın, iki kere yandım; dört gözle bekledim sayılar evinde. Türkçe’yi dudakların öğretti bana. “Seni” dedi, “Seviyorum” dedim, sarıldım sana harfler diyarında. Kimyayı öğrenemezdim ellerin olmasa. Isındım, çözüldüm, havaya karıştım ellerini tutunca. Sınıfı geçtim mi söyleyemedi kuşlar. Diplomayı sen versen bir öpüşle, kızarsa yanaklar.

***
Pazartesi gözlerindir, salı ellerin, çarşamba saçların, perşembe yanakların. Pazardır adı kucağında yatmanın. Ocak kalbindir, şubat kirpiklerin, mart omuzlarındır, nisan parmakların... Aralıktır adı, beni öpen dudaklarının. Velhasıl sevgilim, günüm sensin ayım sen. Takvim yaprakları gibiyiz senle ben. Sensiz nasıl yaşayamam bir bilsen, bir bilsen.
***
Gel yağmurda ıslanalım seninle. Yağan yağmurlar dişi çıkan bir bebeğin gözyaşları olsun, okşayalım yanaklarımızı. Yağan yağmurlar annesinden uzakta bir öksüzün gözyaşları olsun, okşayalım saçlarımızı. Gel yağmurda ıslanalım seninle. Yağan yağmurlar ayrılmış iki sevenin gözyaşları olsunlar, sarılalım birbirimize. Gel yağmurda ıslanalım seninle. Yağmur sonrası içimize dolsun bir mutluluk, dolaşalım gökkuşağını el ele.

***
Sen misin geldiğinde camıma tıklayan kuş gibi canıma tıklayan? Kapımı açtığımda rüzgar gibi yüzüme dokunan serinlik sen misin? Sen misin ağladığımda gözyaşlarımı kurulamak için beyaz mendilini alıp gelen kardelen çiçeği? Sen misin saçlarıma değip geçen gökkuşağı gibi rengârenk gülümseyen? Sen misin bir çocuğun kanayan dizini öpen anne gibi şefkatli öpen beni? Sen misin gönlüm seni ararken bir ağacın arkasına saklanan?
***
Yaşadığım günlerden bir şey öğrendim. Doğan güneşten, batan aydan, geceleri parlayan yıldızlardan ve tüm insanlardan bir şey öğrendim. Başını okşadığım çocuklardan, dayak yediğim adamlardan, düştüğüm kuyulardan öğrendim Yusuf gibi yalnız olduğumu. Asıldığım çarmıhlardan öğrendim İsa gibi sırtımdan vuranların dostlarım olduğunu. Ve hiç konamayan kuş misali yeryüzünün tenhasında seni aradığımı.

***
Sevmek bir ömürse kaybetmek bir anmış. Beklemek gelir geçer ise özlemek iyileşmeyen yaraymış. Gülmek gün doğumu ise ağlamak kıyametmiş. Bu bana ders oldu, yaşamak dediğin bir kalbe müebbet yatılı kalmak imiş...

***
Belki hiçbir resmi evrakta isimlerimiz yan yana gelmedi ama gayri resmi bir çok hayalde ben seninle aynı yastıkta öldüm…


Bölüm 4


Bir gün aşk için en büyük fedakârlık nedir diye konuşmuştuk uzun uzun. Mecnun’un deli divane olması mı, Ferhat’ın koca dağı Şirin’i için delip geçmesi mi, Kerem’in Aslı’sı için yanıp küle dönmesi miydi en büyük fedakârlık? Hiç sanmıyorum.
Ya da senin çok etkilendiğin Kral Edward’ın sevdiği kadın için tahtan feragat etmesi mi? Bunu ilk öğrendiğinde çok etkilenmiş ve Wikipedia’dan çıkış alıp bana getirmiştin:
Edward VIII, Windsor Dükü Prens Edward (1936'dan sonra) olarak da bilinir. Tam adı Edward Albert Christian George Andrew Patrick David (d. 23 Haziran 1894, Richmond, Surrey, İngiltere - ö. 28 Mayıs 1972, Paris), Galler prensi (1911-1936) ve Birleşik Krallık hükümdarı (20 Ocak-10 Aralık 1936). ABD'li Wallis Warferd Simpson ile evlenebilmek için tahttan çekilmiş ve böylece kendi isteğiyle tahtı bırakan ilk İngiliz hükümdarı olmuştur.
York dükü George (sonradan Kral V. George) ile Prenses Mary'nin (sonradan Kraliçe Mary) en büyük oğlu olan Edward, babasının tahta çıkması(6 Mayıs 1910) üzerine tahtın varisi oldu. Kraliyet Deniz Kuvvetleri'ne katılmak üzere eğitilmesine (1907-1911) karşın, I. Dünya Savaşı sırasında kurmay subay olarak özel bir piyade alayında görev aldı. Savaştan sonra ve 1920'lerin başlarında Britanya İmparatorluğu'na bağlı çeşitli ülkelere iyi niyet ziyaretlerinde bulunan ve bu arada Türkiye'ye de giden Edward babasının 1928'de hastalanmasından sonra ülke yönetimiyle ilgilenmeye başladı.



Edward 1930'da Simpson'larla tanıştı. İlk eşinden 1927'de ayrılan bayan Simpson, ikinci evliliğini 1928'de Ernst Simpson ile yapmıştı. Edward ile bayan Simpson arasındaki dostluk zamanla aşka dönüştü. Ama, Edward bu konuyu babasına açamadan V. George öldü (20 Ocak 1936). Edward kral ilan edildi. Edward'ın tahta çıktıktan sonra ilk girişimi, saray harcamalarını kısmak oldu.1936'da Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ile görüşerek ilk ziyaretini Türkiye'ye yaptı. Kasım 1936'da Parlamento'yu açtıktan sonra Güney Galler'deki sorunlu bölgeleri ziyaret etti.
Bu arada, Bayan Simpson 27 Ekim 1936'da kocasından boşandı. Edward, Bayan Simpson'la evlenebilmek için kraliyet ailesinin onayını almaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Öte yandan, İngiltere Kilisesi ve önde gelen siyaset adamları da bu evliliğe karşıydılar; bu konu da Edward'ı destekleyen tek kişi Winston Churchill'di.
Başbakan Stanley Baldwin ise, bu ilişkinin krallığın bütünlüğünü tehlikeye düşürdüğünü ileri sürerek, Edward'ı bu evlilikten vazgeçirmeye çalıştı. Edward, 13 Kasım'da Baldwin'e Bayan Simpson'la evlenmek istediğini ve eğer bu evliliği kral olarak gerçekleştiremeyecek olursa, tahttan çekilmeye hazır olduğunu bildirdi. Baldwin'in hükümeti bu evliliği kabul edemeyeceğini bildirmesi (2 Aralık) üzerine, tahttan çekildiğini açıklayan belgeyi 10 Aralık'ta Parlamento'ya sundu. Bu belgenin Parlamento'da onaylandığı 11 Aralık akşamı yaptığı radyo konuşmasında tahttan çekildiğini açıkladı ve aynı gün İngiltere'yi terk etti. 12 Aralık'ta taç giyerek yerine geçen kardeşi George VI, Edward'ı Windsor dükü yaptı.
Bayan Simpson'ın boşanma kararı resmilik kazandıktan sonra, Edward ve Simpson 3 Haziran 1937'de Fransa'da İngiltere Kilisesi'ne bağlı bir papaz tarafından evlendirildi. Bundan birkaç gün önce Kral George VI, Kabine'nin tavsiyesi üzerine, yalnızca düke altes unvanını vermiş, düşesi bu onur unvanından yoksun bırakmıştı.



1940'ta Winston Churchill tarafından Bahamalar valiliğine getirildi ve bu görevini savaş sonuna değin sürdürdü. 1945'ten sonra çoğunlukla Paris'te yaşayan Edward, ilk kez 1967'de düşesle birlikte, kraliyet ailesinin öteki üyelerinin de katıldığı resmi bir törene davet edildi. Dük ve düşeş öldükten sonra Windsor Şatosu topraklarındaki Frogmore'da yan yana gömüldüler.
Benim için aşkın en büyük fedakârlığı aşka sahip çıkmaktı. Aşkına her ne olursa olsun sahip çıkmak, sevdiğinden ayrıldığında, bir daha hiç birleşme ihtimali bile olmadığında inadına aşka sahip çıkabiliyorsak işte en büyük fedakârlık buydu. Her ne sebep olursa olsun, hiç ara vermeden, hiç üşünmeden, duygularımızın hiç gitmesini istemeden sevebiliyorsak, bu hayatta yapılabilecek en büyük aşk fedakârlığını yapıyoruz demektir.

Bölüm 5

Kırmızı kitaplar, Kalksam ve Dirilsem, Gözyaşı Geceleri, Gül Yetiştiren Adam, Mona Roza’nın Muazzez Akkaya’sı, tesbihat, Kul Sadi Yüksel, darül harp, 1. Söz, rabıta, İslamcı radyoların gece programlarının prensleri İbrahim Paşalı ve Tarık Tufan, bant tiyatrolarının üstatları Hasan Nail Canat ve Ulvi Alacakaptan, Cat Steven’sın müslüman hali Yusuf İslam, Allahsız Selman Rüsdi, İhya-u Ulumiddin, Elmalılı Meali, Seyyid Kutup, Marmara Fm, Özel Fm, Abdurrahman Önül, Sızıntı, Humeyni, Yeni Ümit, Kütüb-i Sitte, Hasan El Benna, Altınoluk, Timurtaş Hoca, Şehit Tahtında, Çeçenistan, Mescidi Aksa, şakirt, Nuri Pakdil, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Hocaefendi, İsmet Özel, Bediüzzaman, Metin Yüksel gibi isimlerin ve kavramların kıyısından köşesinden geçmiştim hep. Sonunda sevgisinden çok yakıcılığına iman ettiğim bir Allah’ın kulu ve elinde kılıcıyla inançsızların hakkından gelen bir elçi Muhammed’in ümmetinden günahkâr bir âdemoğlu olarak ezik büzük bir Müslümandım.
O ezikliği her zaman yaşadım. ÖSS derecesi yaparak kazandığım üniversitede de sürdü bu ruh halim. Hoşlandığım ama göz göze bakmaktan başkaca bir eylemde bulunamadığımız o kızın adını bile hatırlayamıyorum şimdi. Öylesine hayattan kopuk, yaşamdan uzak ve aşktan beri yetiştirilmiştik ki, bir inşaat sahasındaki kocaman bir kazıkla aynıydım. O kazık tek başına ayakta durabiliyorken benim bedenim bunu dahi beceremiyordu. Ruhum, kalbim yerlerde sürünüyordu.



 
Yüzyıllardır Allah diyerek Muhammed, diyerek kirli zihinlerindeki ve kendi işlerine gelen İslam’ı bu topluma ve bize öğretmişlerdi. Öylesine darmadağın olmuştuk ki, onların rehberliği olmadan adım bile atamaz hale gelmiştik. İslam’ın tüm kurumlarını kendilerine göre bir bankamatik haline getiren bu kafaların kapitalizm düşmanı gözükmeleri ne büyük bir tezattı. Kişilerin özgün ve özgür iradeyle Allah’la aralarında iletişim kurmalarına izin verilmeyen bu yanlış din algısı yüzünden toplum paramparçaydı. Benim bu düşüncelerimi kim söylediyse hemen susturulmuş “dinsiz, imansız, sünnet düşmanı” gibi iftiralarla önleri kesilmişti. Bende önceleri gaza gelip tüm memleketin imanını kurtarma derdine düşmüştüm ama sonra akıllanmıştım. Artık Allah’a hesabını vereceğim tek adamın kendim olduğunu anlamıştım. Başkaları için değil öncelikle kendi imanımız ve inancımız için çaba göstermeliydik. Tuvalete sol ayakla girmenin faziletiyle, tırnakları gece değil de gündüz kesmenin erdemiyle o kadar meşgul edilmiştik ki, aşkın, merhametin, insanlığın ve sevginin dini uçup gitmişti tüm güzel değerleriyle birlikte.
Bu yanlış ve yanlı Allah’ı kafamıza öylesine kazımışlardı ki korku ve ümit arasında yaşamaktan başkaca bir kulluk yapamaz hale gelmiştik. Yıllar sonra Allah’ı tekrar tanımıştım. O zihnime tıkıştırılan Allah’ı resetlemiş, sıfırlamıştım. Sonra evrim teorisinin yuvası diyerek Allahsızlıkla suçlanan National Geographic kanalı sayesinde Allah’ı tekrar tanımıştım. Ajansa hediye edilen Dijitürk’ten bir yıl boyunca izlediğim bu kanal beni gerçek Allah’la buluşturmuştu. Evet, kesinlikle Allah vardı ve bize bir mesajı vardı. Nasıl muhteşem bir beyin muhteşem bir yaratıcı olduğunu anlamamızı istiyordu. Yaratma gücüne, şefkatine, merhametine hayret etmemizi istiyordu. Ve kendisiyle eğlenceli bir yaratıcı – kul ilişkisi kurmamızı…
Artık Yaratıcının sahici mesajlarının peşine düşmüştüm. Başkalarının düşündükleri değil, bu güne kadar bana öğretilenler değil, sadece beynimin ve kalbimin doğruları geçerli olacaktı yaratıcımla aramdaki ilişkileri düzenlememde…
Senin kafanın içindekilerle mücadele etmeyi hiç düşünmedim. Kendine göre bir imanın vardı senin. Mücadele etmeye cesaretim yoktu. Yorgundum, kirlenmiş bir din anlayışı olan bir adamdım. Tam anlamıyla da zihnimi kalbimi temizleyememiştim. Senin algılarınla oynamayı aklımın ucundan bile geçirmemiştim o zaman. Üniversite kapılarından aşağılanarak geri döndürülen başörtülü kızlara çok üzülürdün. Onlardan bir sürü arkadaşın vardı. Bende o zaman onları daha yakından tanımıştım. Zamanla aslında hiçbir dindar erkeğin kabul edemeyeceği gerçeklerin farkına varmıştım.
Kamusal alanda başlarındaki örtüyle aşağılanan o kapalı kızları aslında en çok bizler aşağılıyorduk. Evlerinden dışarıya çıkamayan, hiçbir iletişimde rol hakkı olmayan, perdeler arkasında bir kukla gibi oynattığımız bu kadınlar, dindar logolu erkekler için sadece yemek, içmek ve evcilik oynama malzemesiydi. Gerçi yatakta bile edilgen bir partner olarak kullanılan bu kızların, büyük bir oranının istediği gibi bir cinsel hayatı yaşayamadan 3-5 çocuk sahibi olduklarına adım gibi emindim. Çok az dindar kız kendi istediği bir hayatı yaşayabiliyor, özgür iradesiyle ideallerini gerçekleştirebiliyordu. Erkekle kadın arasına konulan bu derin uçurumdan uzun süre ben de kendimi kurtaramamıştım. Kafalarımızın içinde tüm özgürlükler yerle bir edildikten sonra hangi konuda sağlam düşünebilirdik ki zaten…
Bence o başı kapalı diye üniversite kapılarından, askeriye alanlarından, devlet kapılarından aşağılanarak püskürtülen kızlar için bu durum hayatlarında karşılaşabilecekleri en güzel kovulmaydı. Çünkü bu sayede İslamcı ağabeyler bu kızları yurtdışına gönderme organizasyonları yaptılar. Binlerce kapalı kız yurtdışındaki kültürü tanıdı, özgürlüğü gördü, özgüvenini tamir etti. Böylece kapalı kızlar için planlanan zulüm bir rahmete dönüştü. Bu işkenceyi yapan beyinsizler acaba bunu hiç düşünebildiler mi? Şimdi adını hatırlamadığım bir Hollywood filmindeki Amerikan futbolu koçunun sözü tam da buraya şak diye oturuyor: “En büyük oyun kurucu Tanrıdır.”





 

Tıpkı Atatürk gibi... Atatürk’ü de dindar camia her zaman deccal ve İslam düşmanı olarak tanımlamıştır. Dudaklarında sahte bir Atatürk sevgisi olsa da samimi olarak seven bir dindar grup ben daha görmedim. Ama sonra anladım ki Atatürk’ün İslama yaptığı hizmeti hiçbir babayiğit yapmamıştı. Osmanlı’yı rezil rüsva eden, İslam ahlakını yerlerde süründüren, medeniyetin önünde bir kara set gibi duran bağnaz İslamcılığı ve dindarlığı gerektiğinde asarak keserek toplumdan silen Atatürk, yeni bir İslam anlayışı olan, yeni bir neslin önünü açmıştır. Medreselerde oburluk yapmakla meşgul dini kullanan bu tayfayı memleketten silen Atatürk ile İslam ilişkisini en güzel Çukurovalı devrimci yazar Ekmel Ali Okur’un “Ben Yüksel Mert, Atatürk’ten Özür Diliyorum” kitabında okumuştum. Eğer bu dini devrimler olmasaydı o ham ve softa medrese kafası ile İslam bu topraklarda sürdürülseydi gerçekten vah halimizeydi.
Cemaat, tarikat, şeyh, mürşit, İrancılık, Dar-ül harb, Şii, Sünni, Alevi, Bektaşi burgaçlarında zihinleri ve kalpleri defalarca iğdiş edilen iki üç neslin ortasında kalan bizler için din işleri hep sığınmak istediğimiz bir kaleydi. Bir akşam eve geldiğimde seni gülünç ve tatlı gösteren kocaman bir başörtüsü ile namaz kılarken görmüştüm. Sorduğumda şu an hatırlayamadığım bir özel gün söylemiştin. O günde 40 rekat namaz kılınca bir yıl boyunca hiçbir sıkıntın olmaz, tüm günahların affedilirdi. İstediğin günahları doya doya işle, insanları kır dök, sonra da bir namaz kıl, hop tertemizsin. İşte bu saçmalıklara sen bile inanabiliyordun. Netice ruhumuzun yaraları içimizi yaktığında serinlemek için bir havuza atmalıydık kendimizi. O da dindi, inançtı. Ama nasıl bir din? Şu Türkiye’de din kadar bozulmuş, lime lime edilmiş bir başka konu var mıdır acaba? Okuldaki o incik boncuk din derslerinde öğrendiğimiz “İslam bozulmamış tek dindir, İslam’da ruhban sınıfı yoktur.” gibi bilgiler şimdi bana bir masal gibi geliyor. Evet Kuran bozulmamıştı, peygamber bozulmamıştı ama onu günümüze taşıyan algılayış bozulmuş, yerle bir olmuştu. Belki de en koyu Hıristiyanlıktan, Yahudilikten daha fazla bozulan bir dinimiz vardı, sadece biz farkında değiliz.
Seninle bu konuları konuşurken bu kadar sert düşünmeme ve dile getirmeme her zaman karşı durmuştun. Sana göre orta halli Müslümanlara ihtiyaç vardı. Köylüler öyle din üzerine kafa yorup özgülükçü düşünürlerse sosyal hayat dururdu, üretim olmazdı falan filan. Bunu tartıştığımız bir Kadir gecesini çok iyi hatırlıyorum:
“Sen namaz kılmaz mısın hiç?”
“Kılarım.”
“Ama ben hiç görmedim, hem sen erkeksin cumalara neden gitmiyorsun?”
“Kadınların gitmediği namaza ben hiç gitmem.”
“Nasıl yani, olur mu öyle şey, Cuma namazı erkekler içindir.”
“O, üçkâğıtçı din bezirgânlarının uydurması. Allah kadın erkek herkesin Allah’ıdır. O’nun istediği ibadetler de iki cinse de birliktedir aslında, özelde insanadır. Erkekler kadar kadınların da ibadetidir Cuma.”
“O zaman neden sadece erkekler gidiyor?”
“Uzun mesele ama temelinde dinin rantlaştırılması var. Herkes bir tarafından tutmuş ve orayı kendi ekonomik alanı ilan etmiş. İnsanlar ne kadar köleleşirse o kadar daha rahat onların üzerinde hâkimiyet kuracakları için dini kendi istedikleri hale getirmişler. Kadınlar ne kadar çok sosyal hayattan soyutlanırsa, kullanılmaları da o kadar çok kolay olacağı için her zaman ikincil planda yaşatılmıştır kadınlar.”
“Hiç böyle düşünmemiştim.”
“Düşünemezsin zaten. Sistem düşündürmemek üzere kurgulanmıştır. Bu yüzyıllardan beri böyle olmuş. Din adına köşeleri tutanlar, insanların özgür bir birey olmaması için elinden geleni yaparlar. Düşünemeyen, tabi olduğu insanlar ne derse ona evet diyen beyinler isterler. Oysaki bu dinin kitabı “oku” diye başlar. O yıllarda ne matbaa vardı ne kitap, basılı kitapları okuyun demiyor orda; hayatı okuyun, kalbinizi okuyun, doğayı okuyun, aklı okuyun diyor. Bunları okuyan insan başka hiçbir insanın kölesi olmaz!”
“Ama bu sistem peygamber zamanında kurulmuştu.”
“İnsanları en hassas yerinden yani kalbinden vurmanın yolu, kalplerinde en çok sevdiği kişi ile vurmaktır. Bu millet peygamberini çok sever. O yüzden de en çok peygamber alet edilmiştir bu yanlışlıklara, hurafelere ve uydurmalara. Bugün din adına uygulananların yüzde doksan dokuzunun uygulaması peygamber zamanında yoktur. Sonradan herkes kafasına göre uydurmuştur.”
“Senden korktum neden bu kadar şiddetli bir isyanın var, anlamadım.”
“Çünkü benim zihnimi kirletti onlar, senin, annemin, babamın, kardeşlerimin, arkadaşlarımın, miyonlarca insanın. Allah’la aramıza hep mesafe koydular. Özgür irademizi çiğnediler. Bizi düşünemeyen birer zombi, robot haline getirdiler. Neden öfke duymayayım ki onlara?”
 “Ama…”
“Hiç ama deme. Kadınları ne hale soktular. Bugün gibi mi zannediyorsun geçmiş zamanlarda kadınların hayatla ilişkisini. Okuyabiliyor, gezebiliyor, sokaklarda gönlünce dolaşabiliyorsun. Çok yakın bir zaman kadar bunlar hayaldi. Evden çıkarı çıkamayan, istenilen erkekle evlenmek zorunda olan birer köleydiniz. Oysaki bu din kadınlara muhteşem bir değer veriyor, onları özgürleştiriyor. Lakin din adına hareket edenler sadece köle olmanızı istiyorlar.”





Böyle konuşmalar yapardık senle. Bir sonuca varabildiğimiz yoktu. Benim için şu an din sadece Allah’ı anlamak, mesajını hissetmek ve onun istediği gibi bir adam olarak yaşamaktı. Kendi aklımla, özgür ruhumla bunu yapmak istiyordum. Başkalarının ne dediğinin benim için hiçbir anlamı yoktu artık. Allah’ın kitabı madem “Oku” diyerek başlıyordu, ben de evreni, kendimi okuyacak ve Allah’ı sevecektim.
Sonraları duydum ki daha dindar bir hayat yaşıyormuşsun. Umarım ki zihnini ve kalbini bu böyle düşünen insanların eline vermemişsindir. Özgür bir Müslüman, özgür bir insan ve özgür bir kadınsındır hala.
“Müslüman olmak kolaydır, zaten bu memlekette herkes annesinden Müslüman doğar. Ama insan olmak zordur. Ben önce insan olma hakkımı kullanmak istiyorum.” dediğimde “Benim tatlı insanım.” deyip öpmüştün ya beni, işte o zaman bir insana dönüşmüştüm.

Bölüm 6

Bazen kendim gibi insanlar aradığım hissine kapılıyorum. Saçma bir Türk filminde birden gözyaşları akan bir erkek mesela. Bazen saatlerce yataktan kalkamadan güzel bir rüya görmeye çalışan bir adam. Bir çocuk gibi hayaller kurmanın güzelliğini bilen birileri. Belki de varsınız, sokaklarda birbirimize değerek yürüyoruz, aynı lokantada yemek yiyoruz, aynı mağazadan alışveriş yapıyoruz. Ama bir o kadar da yabancıyız birbirimize, bir o kadar ayrıyız birlikte olabilmekten.
Sevmek de böyle değil mi? Aynı olabilme savaşı. İki farklı insanın ruhlarını ve bedenlerini tek yapabilmek kavgası… Aşk bir savaş bence, galip gelmenin mağlup olmaktan geçtiği bir savaş. Sevebilmeye çalışmamız kendi aynımızı bulma derdimiz. Sanki yüzümüzde ancak sevince çıkan maskelerimiz var. Her sevmemizde bir maskeyi kaldırıyoruz karşımızdakinden. Altında kendi yüzümüzün olmasını umarak… Bir süre sonra o maskenin bizim yüzümüzü kapatmadığını görüyoruz, aşk bitiyor, çünkü yeni bir maskenin peşine düşmemiz gerektiğini biliyoruz.
Ben bunu sende öğrendim, maskelerin altına bakmamız gerektiğini sen öğrettin bana. Tabi ki sonundaki büyük hayal kırıklığını da sende yaşadım. Sen de benim maskemin altındakini merak etmiştin, bunu kendine itiraf etmek zor olsa da ben sensiz geçen nice günlerden sonra bunu artık delikanlı gibi söyleyebiliyorum kendime.



Biliyorum yüzüm yüzün değildi. Hiç sarılamadığın baban gibi saramayacaktım seni. İçimizdeki o baba şefkatini arayan yüzlerimiz ortaktı. Lakin yüreği durmadan kazma sallayarak peşinde olduğu kömür kadar sertleşmiş bir adam olan babam gibi seninki de merhameti göstermekten aciz bir babaydı. Şimdiki çocuklar ne kadar şanslı, gönüllerince sarılabildikleri bir babaları var. Bizim hiç olmadı. Sen onun ölüm haberini bana gözyaşları içinde verdiğinde donakalmıştım. Baban için gözyaşı dökeceğin hiç aklıma gelmemişti. Şimdi anlıyorum ki o gözyaşları merhamet isteyen küçük bir kızın gözpınarlarından akıyordu. Sana hiç sarılmayan bir babadan, hiç öpmeyen bir babadan, hiç kızım demeyen bir babadan sonra sana ne kadar sarılsam ne kadar öpsem hep az kalacaktı.
Beni babanın cenazesine gelmediğim için çok suçlamıştın, “Bir insan nasıl sevdiğinin babasının cenazesine gelmez, anlayamıyorum.” demiştin. Buna cesaretim yoktu. Orada tıpkı ben de merhamet görmemiş bir evlat gibi ağlayacaktım, belki senden daha çok gözyaşı akıtacaktım. Orda ben iki kişilik ağlamaktan korktum, iki kişilik ölüm acısı çekmekten. Bunu yıllar sonra şimdi anlayabiliyorum. Ve ben hala korkuyorum, babamı kaybettiğimde o mezarlıkta iki kişilik ağlamaktan o kadar çok korkuyordum ki bunu sana anlatamam.
Haberin oldu mu bilmiyorum, sonra babanın mezarına gittim. İnsanların vefasızlığını bir daha gördüm orada, iki yıl geçmeden herkes unutmuştu babanı. Mezarını bile bilen ne kadar az kimse vardı. Ona gidip “Kızını layığı gibi sevemedim, özür diliyorum.” dedim. Eğer ölüler mezarlarında duyuyorlarsa içinden “Ulan sanki ben adam gibi sevebildim mi?” diye geçirmiştir. Onunla sadece iki üç cümle konuşabildiğimiz evin önünde durdum, o bayram gününe gittim. Muhtemelen senin de çocukken bol bol oynadığın o dereleri dolaştım, o değirmeni gezdim. Sahilde, senin yüzdüğünü hayal ettiğim o sahil boyunda dolaştım.





Sonra farkına vardım ki, ölen sadece baban değildi. Ölen o derelerde o sahilde beraber yürüyebilme düşlerimizdi. Sevgiye olan inancımız ve babalarımızdan görmediğimiz ama çocuklarımıza sonsuzca vereceğimiz merhametimizdi. İşte mahşeri ve yeniden dirilişi olmayan en büyük ölümlerimiz bunlardı.
Oysaki seni hep mutlu etmeyi istemiştim. Hep gülelim hep huzurla yaşayalım hayatı istemiştim. Lakin bu ömür öyle lanet bir öğretmen ki öğrendiğinizde çok geç oluyordu. Ellerinden akıp gidiyordu beraberlikler, sarılmalar, öpüşmeler…