16 Eylül 2012 Pazar

Aşka Gittim Dönmeyeceğim (ROMAN)





Bu blog, yazar Adem Özbay'ın 'Aşka Gittim Dönmeyeceğim' serisinin 1. kitabı olan 'AŞKA GİTTİM DÖNMEYECEĞİM' romanının tamamını içermektedir.
Kitap 15 bölümden oluşmaktadır, sıralaması 1den 15e doğrudur.
Aynı zamanda isterseniz kitabın tamamını PDF olarak buradan indirip, okuyabilirsiniz..

http://www.gencgelisim.com/v2/askyalnizligi.html

İyi okumalar...



Not: Serinin 2. kitabını da "aşkyalnızlığı" blog adresinden okuyabilirsiniz.

Bölüm 1


“Hiç konamayan bir kuş gibi yapayalnızım.” demiştin. “Saçlarıma kon istersen.” demiştim. Gülümsemiş ve “Sen korkuluk musun?” diye sormuştun. Gülümsemiş “Evet ben sevilesi bir korkuluğum.” demiştim. Öpmüştün “O zaman sen öptüğüm ilk korkuluksun.” demiştin. Gülümsemiştik.



***






İlk karşılaşmamız için çok sonraları “İki kuşun havada çarpışması gibi.” demiştin. Beyaz bir palton vardı üzerinde, soğuk bir kış günüydü. Ajansın o geniş merdivenlerinden çıkışını görmüştüm ilk önce. Tedirgin bir kız çocuğu salıncağa binmiş de basamaktan basamağa sallanıyor gibi gelmişti bana. Bizim sekretere “Kiminle görüşeceğini” sormuştum, o da seni bana yönlendirmişti. Her zamanki darmadağın odamı görünce şöyle bir odayı ve sonra beni süzmüş “Metin yazarlığı için gelmiştim.” demiştin. Gelmiş ve bir adamın hayatının tümden değişeceği günleri başlatmıştın.
Geçenlerde okuduğum bir haberde yine şu işi gücü olmayan bilim adamlarımız araştırmış bulmuş ve keşfetmiş. Meğer “Bir kadın karşısındaki adamın hayatının erkeği olup olmamasına üç saniyede karar veriyormuş.” Bu çokbilmiş proflar haklı mı bilmiyorum ama kadınlar üç saniye ise bizde bu durum üç milisaniyedir. Biz erkekler baktık mı şıp diye kadının hem bedeninin hem ruhunun röntgenini çekeriz.
Gözleri, burnu, yanakları, dudakları tek tek keşfederiz o kısacık anlarda. Peşinden hemen gözlerden kalbe gideriz, dudaklardan ruha. Dıştan içe doğru giden bu yolculukta o milisaniyeler içinde bir ekvator keşfi gibi maceradan maceraya koşarız biz bir kadında. Erkek milletinin böyle eşsiz bir yeteneği vardır. Bence kadınlar bu konuda bizim kadar iyi olamazlar. Çünkü bütün kadınlar diğer kadınları incelemekten erkekleri incelemek konusunda çok geri kalmışlardır.
Kadınların süs, makyaj ve kıyafet merakının kadınsal rekabetten olduğunu ergenlik ateşimiz söndüğünde biz erkekler anlayabiliyorduk. Kadınlarda ise bu durum mezara kadar devam ediyordu. Kadınların nasıl oluyor da tek tip bir kefene razı olabildiklerini anlayamıyorum. Bir gün bu moda dedikleri zıkkımın kefene kadar gidip “2012 Model Yeni Kreasyon Kefenler” adıyla bir defile düzenlenirse iş oraya kadar gitmiş demektir. Bu mevzu çok derin bir konu. Ama kadınlar bilsin ki zaten bizim için en makbul kadın kıyafetsiz bir kadındır.
Ben şimdi hiç hatırlayamıyorum biliyor musun? O ilk anımda senin için neler geçti zihnimden. Senin o ince dudakların, kısık kısık bakan küçük gözlerin, hafif toplu yanakların… Gözlerinin ardında ki için ve içindeki dünya için aklımda kalan bir “İlk bakış hatırası” yok. Neler geçti o zaman keşke bir yerlere not alsaymışım. İki reklamcı olarak daha sonraları seninle bir post it yarışına girmiştik. Şimdi o yazdığımız notlar bende çok derin bir dünya bıraktı. İkimizin birer yönetmen edasında sevgimize ait reklam filmleri çekme denemelerimizde sanki onlar.



İlk görüşmemizde aklımda kalan beyaz montun ve tedirginliğindi. İş konusunda anlaşmıştık, zaten tecrübeliydin. Daha önce sektörün en büyük iki ajansında metin yazarlığı yapmıştın ve ayrıca uluslararası bir sanat merkezinin katalog yazarıydın. Senin bu özelliğin sayesinde daha önceden şöyle böyle bilgi sahibi olduğum Da Vinci, Van Gogh, Picasso, Frida, Rodin gibi ustaların eserlerindeki çok teknik ve ustaca kurgulanmış ayrıntıları öğrenmiştim. Eserlerine ilham kaynağı olan yaşamlarındaki acıları da senden öğrenmiştim. “Sanatçıyı büyük yapan onun kişisel hikâyesidir. Eğer büyük bir hikâyesi varsa eserleri de büyük olur. Zamanının en meşhurları olan saray ressamlarının adını bugün kimse hatırlamıyor, çünkü onların bir hikâyeleri yoktu. Doğuştan asildiler ve hiçbir zaman büyük acılar çekmediler.” dediğinde Frida’nın “Yaşasın Yaşam” natürmortuna bakıyorduk. Bu tanımın o zamandan beri aklımdan hiç çıkmadı ve insanları değerlendirmede de genel bir ölçütüm oldu. Bizim eserimiz olan bir aşk vardı ortada ve onu büyük yapacak olan da acılarımızdı. Kim istemezdi ki büyük bir aşkı olsun, kim isterdi ki büyük acıları olsun.
Ajasın patronu da CV’ine bakıp benim de onayımı alınca direkt işe başlamanı istemişti. Büyükşehir belediyesinin kursları için acil bir medya planlaması yapmamız gerekiyordu. Belediyenin yeni yöneticileri eskiler gibi önlerine ne gelirse imzalayıp “Hadi başlasın.” demiyorlardı. Her cümleye bir ilave yapıyorlar çoğu tasarımın resimlerini beğenmiyor, renklerin pantone cmyk değerlerini değiştiriyorlar, çoğu reklamın sözlerine müdahale ediyorlardı. Bu durum bazen daha güzel işler çıkmasına neden olduğu gibi çoğu zaman işlerimizi yavaşlatıyor ve bizi gıcık ediyordu. Ta ki sen gelene kadar… Sen bu yöneticilerle gayet iyi anlaşmıştın. Her toplantıda onların her dediklerine “Evet, harika fikir” diyordun. Ama sonunda yine kendi istediğini kabul ettiriyordun.
İnsan idare etmek konusunda inanılmaz bir becerin vardı. Sen bunu üniversite harçlığı çıkarmak için gece gündüz durmadan Mc Donald’s, Migros, B-Fit gibi firmalarda part time çalışmana bağlıyordun. Çünkü insanlarla bolca iletişime geçmeye yarayan bu tür işler daha öğrencilik zamanlarında insanları hayata hazırlıyordu. Özellikle nazlı müşterilere satış yapmak için dil dökmek, eldeki malı pazarlamak ve insanları etkilemek için zamanla kazanılan bu alışkanlıklar gerçekten hayatın ilerleyen zamanlarında özellikle de iş dünyasında çok faydalı olabiliyorlardı.
Senin etkili iletişiminin faydasını çok görmüştük. Hele bizim patron bu durumdan o kadar çok memnun oluyordu ki, seni metin yazarlığından çok müşteri temsilcisi gibi kullanmaya başlamıştı. İlginç bir şekilde hiç şikâyet etmiyordun. Bu insanlara katlanabilme ve tahammül sınırına hayret etmiştim o zamanlar. Ajansın tüm sorunlarını bir bir çözüyordun. Çalışanlar arasında kendiliğinden bir ağırlığın oluşmuştu. Küçükler için abla büyükler için hanımefendiydin. Benim de işlerim bayağı hafiflemişti. Artık sadece metinleri hazırlayıp, projelerin genel konseptlerini belirliyordum. Yıllardan beri süren çalışma hayatımda en rahat ettiğim zamanlar senin yanında olmuştu.
Bu sürede ajansın muhasebecisi Hamdi en yakın arkadaşım olmuştu. Kalender bir çocuktu. Beni bir dost gibi sevdiğini hissettiriyordu bana. Maddi konularda her zaman önceliğim vardı. Bazen patronun kardeşi üretim müdürü olmasına rağmen para kısıntısına uğrarken bana masraflarda sonuna kadar muhasebenin kapısı açıktı. Bu samimiyetimizin o zamanlar için ilerde bize ne tür sürprizler hazırladığını bilemezdik. Meğer uzun bir koşunun henüz ilk basamağındaymışız hep birlikte orada.



Reklamlar, tasarımlar, sloganlar, grafikler, baskılar derken yavaş yavaş birbirimiz tanıdıkça tuhaf bir hayranlığımız oluşmuştu birbirimize. Bunu şimdi çok iyi anımsayabiliyorum. Uzun uzun bakıyorduk birbirimize. Ben bir reklam metni üzerinden çalışırken seyrediyordun beni. Gözlerinin saçlarımda, ellerimde yüzümde dolaştığını hissedebiliyordum ılık bir meltem gibi. Bende seni seyrediyordum. Sen ne zaman dudaklarını oynata oynata çalışmaya başladığında, o diğerinden kısa başparmağınla kâğıtların üzerinde silgiler dolaştırdığında da ben süzüyordum seni. Öyle bir cinsel arzuyla değildi sana olan ilgim, pek arzulayabileceğim bir kadın olarak bile gözükmüyordun ilk başlarda. Şuh bir kadından ziyade ağırbaşlı, oturaklı, hanım hanımcık bir kadın olarak tanımıştım o zamanlar seni.
Sonra ırmak aktı ve denizine kavuştu.
Gözlerimiz karşılıklı dik açıyla birbirlerine baktıklarında dudaklarımızda yarım yamalak bir hoşnutluk gülümsemesi belirdiğinde artık sen benim yârimdin, ben de senin yârin. O uzun yürüyüşte ruhlarımız birbirimizin olmuştu. Beşiktaş’tan Bebek’e kadar yürümüş, sahilinde yüzümüze vuran denizin kokusunu içimize çeke çeke ellerimizi buluşturmuştuk. Eminönü’nde ki Yeni Cami’nin önünde yürekleri pır pır ederek kendilerine atılan yemlere uçuşan güvercinler gibi ürkektik. Önce koluma girer gibi yapmıştın. Sonra ben, gelen birilerine yol vermek için kenara çekildiğimizde şöyle hafif sarmıştım seni. Ve bingo, ellerimiz kavuşmuştu. Ne muhteşem bir andı o. Akşamın hafif soğukluğunda ellerimiz birden ısıtıvermişti bizi. Bu nasıl bir duyguydu ki insan birden başkalaşıyor, birden tüm dünyası altüst oluyordu? Duygular, hormonlar kendi aralarında sözleşip ruhumuzda ve bedenimizde cirit atıyorlardı. İnsanın elinde olsa, durmadan her an sevse bir enerji santrali yutmuş gibi yaşardık. Belki de alkolün, uyuşturucunun sahte de olsa insana verdiği buydu. İnsanlar o yüzden bağımlısı oluyorlardı onların.



Zaman içinde ben de senin bağımlın olacaktım. Biraz serserice, biraz tutkulu, biraz kırılgan bir bağlılıktı bu. Sana durmadan yakınlaşıyor, senden uzakta kalmaya, senden ayrı saatlere bir türlü tahammül edemiyordum. Bir gezegenin çekim alanına kapılmış uydu gibiydim. Etrafında dönüyor ve o çekim alanından bir santim bile uzaklaşamıyordum.
Kısa süre içinde evinizin yakında bir ev tutmuş ve oraya taşınmıştım. Sen okulunu bitirip mesleğe atılınca ailen de yanına taşınmıştı. Bereket eğitimler, kurslar, sabaha kadar süren reklam toplantıları bahanesiyle ailenden çoğu geceler kaçıp geliyordun. Sen gelene kadar önüne sütünün konmasını bekleyen bir kedi yavrusu gibi bekliyordum. Gelir gelmez içime müthiş bir ferahlık çöküyordu. Sanki sen geldiğinde annesinin kokusunu almış bir kuş yavrusu gibi, yuvadan düşmek korkum gidiyordu içimden. Dünya kocaman bir gezegendi ve sen gelmezsen ben o sonsuz karanlık boşluğa düşecek, yitip gidecektim.
Ne günler ne geceler geçti böyle. Aslan yattığı yerden belli olur diyen ataların gönlü olsun diye yattığım yerde hep sen ol istedim. Sen olmadan ne gecelerim geçip gitmek bildi ne gündüzlerim güneşin batışına yetişti. Kısa sürede senin yemeklerine, çayına, dudaklarına ve ilgine alışmıştım. Tam bir tiryakilik olmuştun bana:
“Sana çok alıştım biliyor musun?”
“Biliyorum, çünkü ben de sana çok alıştım.”
“İnsan neden böyle oluyor, azıcık senden uzak kalamıyorum.”
“Geçer merak etme.”
“Nasıl geçer? Sen olmadan yemek bile yiyemiyorum canım, ne olacak böyle?”
“Ee geçer diyorum işte. Bu işler böyledir. İlk zamanlarda ayakların yere basmaz.”
“Bakıyorum aşk profesörü gibi konuştun. Sen nerden biliyorsun ki bunları?”
“Hayat öğretti bana. En güzel öğretmen hayattır biliyorsun.”
Pek deşmek istememiştim. Senin başka birisini sevme hikâyeni dinlemeye katlanamazdım. Sanki benim için yaratılmış benim için bu dünyaya gelmiş gibiydin. Başka hiçbir erkeğin eli eline dudağı dudağına değmemişti. Değse de ruhun sadece benim olacaktı. Bedenin bakireliğini eskisi kadar önemsemiyordum, ruhunki daha önemliydi benim için. Sonra onun da olamayacağını anlamıştım. Bir özgürlük savaşçısı gibi her gün yeni bir savaşın vardı senin. Nice esir insanlara nice hürriyetsiz memleketlere ve nice aşksız kalplere…
Biliyorum biz böyle doğmamıştık. 70’ler 80’ler 90’lar derken parçalanmış bir nesildik biz. O toplumsal kavgalar ruhlarımızı paramparça etmişti. Bu yüzden ruhlarımızda bakir kalamıyordu. Beyinlerimizde, düşüncelerimizde hep kirli hep yalnız hep mutsuzduk. İnsanın DNA’sı nasıl ailenin kalıtımsal özelliklerini taşıyorsa, toplumun DNA’sı da kuşaktan kuşağa taşınıyordu. Bizim babalarımızın yaşadığı karmaşa; solculuk, sağcılık, Müslümancılık, komünistlik, sosyalistlik, milliyetçilik tartışmaları ve gelişmekte olan bir ülke ezikliği ile özgüveni ve dinginliği kırılmış, parçalanmış bir halde bizim genlerimize transfer olmuştu. Hiç kolay değildi 90’ların 2000’lerin kuşağı olmak.


Bölüm 2


Senin gelişinden bir sene sonra ajansta patronla aramızda yavaş yavaş sıkıntılar yaşamaya başlamıştık. En büyük sorunumuz yenilikçi ve farklı yaklaşımlarımıza her zaman takoz koymasıydı. Bir reklamcılık dergisi hazırlamaya başlamıştık ama kısa sürede para getirmiyor bahanesi ile kapatılmıştı. Oysaki hem reklamcılık hem de iş dünyasının duayenlerine çok kolay ulaşabiliyorduk dergi sayesinde. İşyerindeki ödüllendirme sistemimize ise devamlı müdahale ediyordu. Biz 250 bin dolarlık bir işin sonunda toplam 1000 dolarlık bir ödül dağıtırken o bunu 500 dolara indirmemizi istemişti. Oysaki 250 binden tüm masrafları çıkarttığımızda şirkete net kalan rakam 50 bin dolardan fazlaydı.
Patronla çekişmelerimiz sürerken Hamdi bir gün “Abi gel sana bir yemek ısmarlayayım.” diyerek Tepeüstü’ndeki meşhur Lider Pide’ye götürmüştü. Karadenizlilik damarımızdan mıdır nedir pideye özellikle Bafra pidesine asla hayır demem mümkün değildi. Hamdi ile bir taraftan pideleri yemiş bir taraftan önemli kararlar aldığımız bir toplantı yapmıştık:
“Abi sen buraya fazlasın, yine geldi bizimki bana ‘Yemek paralarını kıs.’ dedi. Adama milyonlar kazandırıyoruz, kuruşların hesabını yapıyor. Benim işyerim olacak senin gibi çalışanım olacak valla en kral muameleyi yaparım.”
“Hamdiciğim bu da başta öyleydi, ama ilişkiler zamanla yıpranıyor. İş ilişkisi de bir nevi evlilik gibi. Zamanla ilk baştaki heyecanını ve özenini kaybediyor.”
“Abi benim bir düşüncem var. Eğer hayata geçirebilirsek hiçbir zaman böyle olmayacak. Sonuna kadar ilk başladığımız gibi devam edecek.”
“Hayrola nedir düşüncen?”
“Abi seni hep izliyorum, toplantılarda her zaman değişik ve orijinal fikirler sunuyorsun. Çoğunu hayata geçiremiyoruz. Sen bu işi biliyorsun, ekonomik kısmını da bana bırak. Süper bir ajans yaparız senle. Piyasayı da sallarız valla.”
“Hamdiciğim o kadar kolay değil. Pasta ajanslar tarafından paylaşılmış. Her taraf kurt dolu, kolay kolay yer edinemeyiz.”






“Abi biliyorum bunları ama sıkı bir çalışmayla 6 ayda iyi bir yere geliriz.”
“İyi de 6 aylık giderleri ne yapacağız? Kira, ofis, bilgisayarlar, eleman derken nerden baksan 100 bin dolardan fazla gider.”
“Merak etme abi ben onların hepsini düşündüm. Şu anki müşterilerimizden 4-5 tanesi bizimle çalışmayı kabul ediyor. Yani ben ağızlarını yokladım. Onlar sen nerde olursan orada olacaklarını söylüyorlar.”
“Bak dostum benim prensibimdir. Ayrıldığım yerden asla eleman ve müşteri götürmem. Gelecek olsa bile kabul etmem. Beraber iş yapacaksak ilk şartım budur.”
“Tamam abi sorun değil. Her şekilde çözeriz bunu. Benim biraz birikmişim var zaten, ayrıca şimdi bitmek üzere olan bir dubleks evimde var. Onu da satarsam fazla fazla sermaye olur.”
“Senin olur da benim olmaz dostum. Biliyorsun para biriktirmesini beceremem. Bir arabamdan başka dünyada dikili ağacım yok.”
“Abi sen paranla değil aklınla ortaksın. Tüm para sermayesi benden olacak. Müşteri takibini de ben yapacağım. Yeter ki sen ofisi ve elemanları ayarla.”
Pidecide yaptığımız bu görüşme kafamdaki ayrılık fikrini iyice ateşlemişti. Hamdi kesinlikle güvenebileceğim biriydi. 2-3 toplantı daha yapıp çoğu detaylarımızı netleştirmiştik. Hamdi’nin tekstilci tanıdıklarının çok olması nedeniyle oradaki iş potansiyelini değerlendirebiliriz diye ofisi Osmanbey’e açmaya karar vermiştik. Art direktör olarak part time iş verdiğimiz Göksel ile çalışacaktık. Ofiste hem bizim işlerimizi yapacak hem de kendi işlerini yapacaktı. Bu da yarı fiyatına çalışacağı anlamına geliyordu.
İşin en kötü yanı da bizim giderken seni yanımızda götüremeyecek olmamızdı. İkimizin birden ayrılması ajansın işlerine çok kötü bir darbe vururdu. Ayrıca ben ayrıldığım işyerinden eleman götürmeme ilkeme şimdi de sadık kalacaktım. O eleman sevdiğim kadın bile olsa.
Patronla konuşup fazla limoni olmadan ayrılmıştık. Hamdi tüm işleri devredeceği bir stajyer yetiştirmişti kendine. Benim işler içinde sen vardın. Ajansı aldığımız noktanın en az 2-3 gömlek üstüne çıkararak ayrılmıştık. Sıra kendi işimize gelmişti.
Osmanbey’de bir finans kurumunun hemen üstünde açmıştık yeni ajansımızı. En azından banka işlerimiz için fazla yürümek zorunda kalmayacaktık. Hamdi ilk önce ufak tefek işler getirmeye başlamıştı. Eski ajansın müşterilerinden iş almamıştık ama oradaki bir müşterimin yeni kurduğu teknoloji şirketinin işini mecburen almak zorunda kalmıştık. Zira adam biz işi almazsak eski ajanstan da ayrılacağını söyleyerek tatlı sert bize şantaj yapmıştı.
Her ne kadar işten ayrılmasan da sana ihtiyacımız olmaya başlamıştı. Her akşam oradaki mesaini bitirip koşa koşa Osmanbey’e gelirdin. Hafta sonları ise mecburen full-time çalışmaya başlamıştık. 6 ay hesaplamıştık ama 3. ayın sonunda başa baş noktasına gelmiştik. Hamdi de kendisinden beklemediğim bir gayretle tüm işlere hakim olmuştu. Üstüne üstük ‘ReklamLife’ adıyla bir de dergi çıkarmaya başlamıştık. İlk sayısında Cem Yılmaz, Nazif Zorlu, Kadir Topbaş gibi isimlerle çıkınca birden prestijli bir yayın haline gelmiştik.
İşler iyice rayına girince hiç beklemediğimiz şekilde sen ajansa dahil oluvermiştin. Bir toplantıda bizim eski patronla kapışmış sonrada toplantıyı ve şirketi terk etmiştin, senin gibi her konuda uysal ve uzlaşmacı olan birisinden kimsenin böyle bir tavrı hiç beklemediğine eminim. Gerçi ben de en sonunda o haşin yüzünü ve acımazlığını görecektim. Asi bir ruhun dünyayı Ziyad’ın gemileri yakması gibi yaktığına şahit olacaktım.
Ajansta beraber yaptığımız ilk iş o kadar büyük bir sükse yapmıştı ki turnayı gözünden vurmuştuk. İlk başta iş bize geldiğinde o kadar küçümsemiştik ki, basit bir sakız reklamıydı neticede. Ama köylü kızlarını kullanarak sakız reklamlarında yeni bir dönem başlatmıştık. Bana göre en çok sakızı Anadolu insanları çiğniyordu. Şehirli insanlar özellikle de beyaz yakalılar için sakız çiğnemek köylüce bir işti. O yüzden kozumuzu direkt Anadolu insanına oynamalıydık.



Bunu zar zor kabul ettirdiğimiz sakız firması reklam çok konuşulunca ve diğer firmalarda benzer reklamlar çekmeye başlayınca bütçeyi % 150 oranında artırmıştı. Bir anda şirkete giren bu kadar sıcak para hem tüm borçlarımızı kapatmış hem de Hamdi’nin iştahını kabartmıştı. Artık daha çok çalışıyor daha çok proje üretiyorduk. Yılsonu gelmeden adımızı duymayan firma kalmamıştı. Reklam dergimiz de gayet güzel gidiyordu. Ama hayatın klasik kanunları burada da işleyecek ve yaşamın güzel gidenleri eninde sonunda kötü gitmeye başlayacaktı.
Henüz ilişkimiz tek kelime ile harika giderken sevdiğimiz bir oyun başlatmıştık aramızda. Üzerinde çalıştığımız reklamlar, seyrettiğimiz bir film, okuduğumuz kitaplar ya da ortak paylaşım alanımıza girenler üzerine birbirimize post-it ile notlar bırakıyorduk. Tabii ki bunlar klasik şunu al, şunu yap şeklindeki notlar değildi. İki reklamcının; bazen esprili bazense hüzne göz kırpan notlarıydı. Çoğunlukla işyerimizdeki masalarımın hemen arkasında duvarda duran not tahtasına yapıştırdığımız bu post-itler zamanla yastığımızın üzerine, yemek masasındaki kaşığın içine, pantolonun ceketin cebine falan koymaya başlamıştık.
Sen gittikten bir süre sonra yüzlercesinden elimde kalan 40-50 tane post iti önüme koyup birlikteliğimizin özeti olan bu hatıraların ve şahitlerin eşliğinde ikimize dair bir tur yapmıştım. Ölüm anında insanın tüm hayatının gözlerinin önünden geçmesi gibi bunlar da benim kalbimin önünden geçmişti ve içerimde bir sızı bir hasret bir özlem yaratmıştı.

Bölüm 3


İşyerine arabayla gelince her gün park sorunu yaşamaya başlamıştık. “Böyle olmayacak otobüsle Taksim’e gelelim, oradan metro yapıp Osmanbey’e gideriz” diyerek bir akbil almıştık. Gerçi 2-3 gün sonra ben pes etmiştim ama o denememizden kalan notum bu olmuştu:

Hangi durağındayız sevgilim seninle sevmek yolculuğunun? Ulaşır mıyız dersin kavuşmaya, kalbimizin kılavuzluğunda? Rezervasyonu yok diye aşkın, hemen kaptım biletimi seni görür görmez gözlerinden. Dudaklarımı akbil eyledim, dakka başı yeni bir duraktayım. Sevgilim, gel uzun yolu bırakıp kestirmeden sarılalım. “Son durak!” diye anons etti yüreğim ellerini tuttuğumda, ışık hızı neymiş, vardım kalp hızımla anında sana.

Bir ilaç firması için hazırladığımız promosyon masa takvimine Türkiye’nin güzel illerinden kartpostallar seçmek için uğraşmıştık gün boyu. Akşam ofis boy arabayı getirince sen hızla inmiştin ve direksiyona iliştirilmiş şu post-itini bulmuştum.
Sen İstanbul kadar zarifsin, Marmara kadar engin… Özlediğimde bir Sivas türküsü gibi hüzünlüsün, kavuştuğumda Nemrut dağı kadar eşsiz. Öptüğümde Ankara ovası kadar büyür yanağın, İzmir kordonu gibi uzar dudağım. Ellerin Adana sıcağı, gözlerin Çanakkale mavisi. Sevgilim memleketim kadar güzelsin, vatanım kadar özgesin, sen kalbimin başkentisin.




Dergi için hazırladığımız bir yazıda mentorluk yani Türkçesi koçluk olan sistemi inceleyen bir yazı hazırlamayı düşünmüştük. Bu işleri çok iyi kıvıran Hüseyin Akın’a bu yazıyı sipariş ederken işte Mevlana’nın koçu olarak Şems’i, Yunus’un Taptuk Emre’yi, Fatih Sultan Mehmet’in Akşemsettin’i gibi isimleri vermiştik. Sonra benim kaleminden hemen şöyle bir not dökülmüştü.

Sevgilim, Mevlana’ydım, sen Şems olunca öğrendim aşkın ateşinde yanmayı. Yunus’tum, seni Taptuk bilip eğri odundan sakındırdım soframızın ateşini. Fatih’ken ben, sen Akşemsettin’im olup kalbi fethetmeyi öğrettin bana. Seni sevince gördüm yıldızlar parlarmış gökyüzünde. Ve sevmek en büyük kerametmiş insanoğlunun gönül evreninde. Sevgilim, sevapmış sana bakmak diye doldurdum amel defterimi senle…
Bir banka için çocuklara dağıtılmak üzere masal kitabı projesi yapmıştık. Çocukluğumuzun masallarını yeniden ilköğretim çocuklara uygun bir dille yazdırmış ve resimletmiştik. O masallarla uğraşırken de bunu yazıp çantandan ki cüzdanına yapıştırmıştım.

Hangi masaldan çıkıp geldin sevgilim sen buraya? Keloğlan’ın devlerden kurtarıp gönlüğünü kaptırdığı peri padişahının kızı sen misin? Kırk haramilerden kaçıp da Alaaddin’in gönlünün lambasını yakan sen misin? Tepegöz’ü öldüren Basat’ın gözüne giren yiğit prenses misin? Bin bir gece masallarının yürekleri dağlayan güzeli misin beni böyle her gece başka bir rüyanın içine hapseden? Gördüm gökten düşen üç elma, ikisi yanaklarında...

Bir gazeteye hazırladığımız promosyon harita için firma bizi haksız yere suçlamış ve bizi mahkemeye vermişti. Biz sadece A firmasından alıp B firmasına verdiğimiz halde firma bizi yıldırmak için A firmasına hiçbir işlem yapmadan sadece bizimle uğraşmıştı. Netice haklılığımız anlaşılsa da o mahkeme koridorlarına gitmek gerçekten can sıkıcıydı. İşte avukata vekâlet vermemize rağmen ceza davası olduğu için bir kez mecburen gitmek zorundaydık. Canımın sıkıntısını odama döndüğümde bilgisayarımın ekranındaki post-it alıp götürmüştü.
Sevgilim, seni aradı gözlerim mahkeme koridorlarında, tebligatı ulaştırmadı mı kuşlar sana? Yoktun borçlu olduğun davada, aşkın adaletinden kaçmasana! Doğduğumdan beridir alacaklıyım senden, dudaklarını hacze geldim. “Yok borcum!” dersen, delil olarak özlemekten yorulmuş kalbimi gösteririm. Borçtan kaçayım diye rüşvet niyetine bir sarıl desen de nasıl olsa düşürdüm elime demem, ömür boyu taksitle tahsilat da kabul ederim.

Yeni bir kanun çıkıp tüm maaşların banka üzerinden yatırılma mecburiyeti çıkınca seni bankaya hesap açtırmaya göndermek için akla karayı seçmiştik. Tüm evrakların hazırdı gidip sadece bir imza atacaktın. En sonunda post-ite yazıp klavyenin üzerine yapıştırmıştım. Not işe yaramış o gün gidip imzayı atmıştın.

Sevgilim, bir sevmek hesabı açtıralım seninle biz aşk bankasında. kâr payı diyerek sarılalım birbirimize, ikiye katlansın mevduatımız seni her öptüğümde. Sen menekşeli pencerenden el salla her sabah sevdanın veznecisi olarak, ben sıraya gireyim kuşlarla al yanaktan tadarak. Sevgilim, yaz geldi ya dünyaya, dayanamıyorum senin bu tatlılığına. Bir kampanya yapıp kalbinden kredi açsana, mutluluk kartımızın limitini artırsana!
Bir reklam çekimi için Şile’ye gitmiştin. Sabah 6’da çıkıp gece 12’de eve gelmiştin. O gün nedense çok özlemiştim seni. Bir gün dediğin göz açılıp kapana kadar geçiyordu ama o özlemek gelip insanın yakasına yapıştı mı saniyeler geçmek bilmiyordu. Ben de yazıp aynaya asmıştım, gelir gelmez lavaboya girer yüzünü yıkardın çünkü.

Bugün denize mi baktın sevgilim, gözlerine deniz kaçmış. Öylesine masmavi bakıyorsun ki, sanki için dolup taşmış. Her gülümsediğinde martılar havalanıyor gamzelerinden. Her konuştuğunda dalgalar esiyor yüzüme nefesinden. Çabuk kapat gözlerini sevgilim, öpeyim seni dudaklarından. Yoksa deniz kaçacak gözkapaklarından...

Bir TV kanalının yaratıcı fikirleri kapıştırdığı bir yarışma için hazırladığımız konsept reklamlarda Newton, Edison, Einstein gibi dahileri kullanmıştık. “Edison ampulü buldu ya sen?” gibi spot cümlelere sahip bu reklam için bir hafta deliler gibi çalışmıştık. Newton’la Edison’la Einstein’la yata kalka geçen o günlerde sonra masana bıraktığım not tabii ki onlarla alakalı olmuştu.

Ah Newton abi, yerçekimini bulacağına bulsaydın ya aşkçemini, nerden düşersek düşsek düşseydik aşka! Ya Arşimet amca, suyun kaldırma kuvvetini bulmak kolay, sıkıysa ayrılığı kaldırma kuvvetini bul da, dua etsin sana kıyamete kadar ne kadar aşık varsa. Edison dayı, elektriği saldın başımıza, var mı yâri öpmek gibisi bir mumun aydınlığında? İzafiyet teorisini bırak Einstein baba, yap bir aşk bombası da aşksızlığımızı parçala!

Bir ramazan akşamı “Hep klasik ramazan eğlencelerine gidiyoruz bu akşam değişik bir yere gidelim.” demiştik ve ünlü Türk besteci Okan Demiriş’in “Yusuf ile Züleyha” operasını, elimizdeki basın biletleri ile gidip bir görmüştük. Opera çok içimizi açmasa da kalemimizi zihnimizi açmıştı. Çıkışta elime tutuşturduğun post-it tek kelimeyle içime işlemişti.

Yusuf’un kuyusundayken fener olmuştun her karanlık gecede. Ferhat’ın azmiyle kazarken dağları, senin bakışlarınla bilemiştim kazmamı. Kaybolduğumda Mecnun’un çöllerinde ayak izinden buldum kendimi. Kurbanda boynumu uzattım feda olayım diye. Sana orucumu tuttum hiç öpmeden seni dudaklarımla. Zekat olarak verdim ömrümün kırkta birini sensiz yaşayarak. Seni sevmenin 5 şartını ezberliyorum.



Kardeşinin ÖSS (şimdi YGS) sınavına hazırlanması seni ondan çok germişti. Dershaneye gidip gitmediğini, testlerini çözüp çözmediğini, deneme sınavlarında kaç soru yaptığını günü gününe düzenli sorup çocuğu bir Nazi subayı gibi takip ediyordun. Doğrusu bu kadar sıkı takibe oğlanın bir gün isyan edip saç baş bir kavga edeceğinizi düşünüyordum Bereket bu olmadan sınav geldi geçti ve kardeşin kendine göre bir bölüm kazanıp okumaya başladı. İşte o günlerden kalan bir not.

SBS, YDS, ÖSS, KPSS en kolayıymış, kaldın mı en çok koyanı aşkın imtihanıymış. Doğru şıkkı bulmak milyonda bir ihtimalde saklıymış. Sıkısıysa sevmekten bir sınav hazırlasın ÖSYM sevgilim, yine de kesin birinci oluruz biz seninle. Öğrenime başladık mı zaten aşkın üniversitesinde, mezuniyeti rektör değil memur verir belediye başkanından aldığı yetkiyle. Gel sevgilim, hazırlanmaya başlayalım şimdiden Leyla ile Mecnun’un dershanesinde…

Seçim öncesi tartışmalar başlamış, Ak Parti mi, Chp mi, Mhp mi, Btp mi yoksa ittifak mı olacak, koalisyon mu kurulacak tartışmaları bizi zerre kadar ilgilendirmiyordu. Peş peşe bize gelip adaylık kampanyalarını yürütmemizi isteyen milletvekili adaylarını dinledikçe siyasetten soğudukça soğumuştuk. Milleti yönetecek olan insanların ne kadar bayağı ve basit karakterli olduklarına şahit oldukça hem üzülüyor hem de sinirleniyordum. Neyse ki böyle bir günde post-itin yardımıma yetişmişti.

Sevgilim, gel seninle bir koalisyon kuralım. Verip bir gensoru ayrılık hükümetini düşürelim iktidardan. Kalbimizi başbakan yapıp ellerimizi kavuşturma bakanı atayalım. Gözler içişlerine baksın, yanaklar imar ve iskâna, yerleşelim gönül konutumuza. Anayasayı değiştirelim ve değiştirilemez ilk maddesi “seni seviyorum” olsun. Dudak açılımı yapalım her gensoruda, ilelebet yaşayalım aşk cumhuriyetinin bağımsız topraklarında.

Yine hiç unutmuyorum sevgililer günü için bir prezervatif reklamı hazırlayacaktık. Firma satıştan ziyade ses getirecek bir reklam istiyordu. Zaten sektörün %78 ile en büyüğüydü. Gündeme iyice otursun diye bayağı uçlarda dolaşan bir metin çıkmıştı. “Robin Hood hiç patates yemedi, Mecnun da bizim prezervatifimizi hiç kullanamadı. Ya onları da yapsalardı?” şeklinde bir soru eşliğinde Hood ve Mecnun’un temsili resimlerinde suratları asık bir şekilde resmetmiştik. İşte o reklam çalışmaları günlerinden elimde kalan bir notun:

Senin için ne yapsam bilemem sevgilim. Çöllere mi atsam kendimi, mecnun gibi derbeder mi yaşasam. Kerem gibi alıp elime kazmayı bir tünel de ben mi açsam Bolu dağına? Robin Hood gibi mesken mi tutsam ormanları, devirsem bir okla aşkın düşmanlarını. Romeo gibi içsem zehirleri bir dikişte. Kalbim söyler bana, “Reklam yapmış onlar, sen sadece sev bir ömür, en büyük meziyet budur aşkın kitabında…”

Bir gün ağlayarak gelmiştin ofise. Yağmur yağıyordu ve benim aklıma kayıp düştüğün falan gelmişti. Ama kendine değil yağmurdan korunmak için saklandığı araba tarafından ezilen bir sokak kedisinin yavrularına ağlıyordun:

Üzüldün mü bir kuş kanadını incitti diye? Islandı mı gözlerin bir kedicik annesiz kaldı diye? İncindi mi gönlün bir gülün dalı kırıldı diye? Ah mı ettin denize bir taş atıldı diye? Ağlar mısın ceylan yavrusu su içemediğinde aslandan korkunca belgesellerde? Sevgilim, yıldızlı bir gecede hasretle öperim, merhametli kalbine selam ederim.




Bir kitapçıda çok güzel bir afiş vardı. Bir kadın tren yolunda bavulunun üzerine oturmuş ne gidiyor ne geliyor gibiydi, belki de gelmeyen birini bekliyordu. O afişi görünce ben de sana bir not yazmıştım. Sonraları beklemediğini bilmek ne kadar acı oldu bilemezsin:

Yağmasa da beklenen yağmur gibi bekle beni sevgilim. Gelmemişsem bir güneşe takılmıştır kanatlarım, bir çiçekte uyuyakalmışımdır, bir buluta sermişimdir yorganımı. Göremese de görecekmiş gibi bir ölüyü beklercesine bekle beni sevgilim. Toprağın kucağında hasretini besleyen ağaç köklerinden gelirim sana. Isırdığın bir elmada, saçlarına taktığın bir sarı gülde bul beni. Gelemesem de bekle beni sevgilim!

Cem Yılmaz’ın AROG filminin DVD’sini seyrederken, çocuklara kara tahta önünde söylediği sözlere çok gülmüştük. Ben o anda da bir post-it yazıvermiştim hemen:

Seni severek öğrendim alfabeyi, a'dan z'ye saydım ne kadar harf varsa sana seslenirken. 1'den sonsuza kadar saydım seni öperken. Pekiştireyim diye sayı bilgimi, 1 olduk seninleyken, 0 oldum sensizken. Deney niyetine ellerinin sıcaklığını ölçtüm tutarken, bıraktığımda eksiye düştüm. Köyü muhtar ve ihtiyar heyeti yönetirmiş, kalbimi sen. Hayat bilgisi dersinde hayatım sensin, bilgim sen, gelip sarılsan da beni mezun etsen.

Henüz uyanmadığım bir gün toplantıya gideceğim için apar topar çıkarken yazıp yastığının üstüne koymuştum bunu. Mükâfatım da kocaman bir öpücük olmuştu işe gelir gelmez:

Uyurken içimde bir telaşla öpüyorum seni yazılıdan kopya çeken öğrenci gibi. Elini tutunca ürkek bir serçeyim; sobaya eli değmiş bir bebeğin annesi gibi pır pır eder yüreğim. Sana ne zaman iki kelam etmek istesem, kuş olup uçup gidiyor dilim. Halim pek hayra alamet değil biliyorum sevgilim. Atarsa bir gün kalbim alıp başımı sana gelirim. Bu derdi biraz da sana çektiririm.

Bayram tatili nedeniyle dokuz günlük ara verilmişti. Sen de ailenle memleketine gidecektin. Sizi otobüse bıraktığımda cebine atıvermiştim bunu da:

Bugün bayram, seviniyor çocuklar. Bana sorsalar tek bayram var: Sana kavuşmak. İşte o zaman tatil olur kuşlara, uçarlar gönüllerinde neresi varsa. Çiçekler sıraya girer, sallanırlar esen rüzgârla ritim tutup bir oraya bir buraya. Yıldızlar bayrak olup dizilirler göğün ta ucuna. Bir tek ben sevinsem de senin bayramına sevgilim, sen sen ol bayram diye tatil verme sakın dudaklarına, yanaklarına.

“Şu Turkcell’in NAR kampanyası nedir?” diye telefonunu alıp tutuşturmuştun elime. Yok, bilmem ne kadar TL yüklersek bilmem kaç katı bedava TL yükleniyormuş. Yahu nerden bileyim ben de girip benim bankanın internet şubesine şıp diye TL yükleyivermiştim telefonuna:

Seviyorum valla seni. Bedava dakika veren telefon hattı gibi sen bir dakika sev, ben her yöne bin dakika seveyim seni. Tüm lekeleri çıkaran deterjan gibi öpücük lekesi bırakmam, geçerim tüm sevme testlerini. Yirmi dokuz kupona verilen promosyon neymiş, çekilişsiz kurasız veriyorum sana kendimi. Tüm piyangolarda sana oynadım, çıkmasa da beş kuruşluk ikramiye, sen varken üzülmem hiçbir şeye.

Reklam görüşmesi için gelen bilgisayar firmasının reklam müdürü olan kızla biraz samimi olunca hemen küsüp toplantı biter bitmez ajanstan kaçarcasına gitmiştin. Ben de canın sıkkın olduğunda gittiğin Fatih’teki çay bahçesinde bulmuştum seni. Özür mahiyetindeki notumu verip barışmanın eşliğinde sıcak çaylarımızı yudumlamıştık:



Küsmüşsün ya sen bana, geldi menekşeler koklaştığımız ağacın altına, barıştıracaklarmış bizi işbirliği yapıp kuşlarla. Yoksa gökyüzü durmadan gözyaşı dökecekmiş, dünyayı basacakmış sel, tufan… Balıklar firar edeceklermiş denizlerden, tuzu kalacakmış bir tek martılara. Kokmayacakmış karanfiller, ayrılığımızın inadına. Ne kadar dediysem de dinletemedim, bizim küsmemiz barışma numarasıyla daha çok sarılmak içindir diye.
Devrimcilerin aşkları diye bir gazete yazısı okumuştuk bir pazar. Tam sayfa bir pazar eki haberiydi. Gazetenin kenarındaki beyaz alana yazıp vermiştim bunu sana. Şimdi o gazete parçası elimde duruyordu:

Sana bir sır söyleyeyim mi? Şu hayatta bir şey öğrendim: en büyük devrim seni sevmekmiş. Kapitalizm, sosyalizm hepsinden geçtim, şimdi sensizim. Bir ihtilal hazırladım başkaldırıp yalnızlığa, sarılacağım sana ilk kavuşmamızın bildirisini yayınladığımda. Musab, Che, Malcolm, Deniz, Mayakovski bizi görseydi kesin devrimci selamı verirdi. Sana bir sır söylüyorum bak seviyorum seni deli gibi, söylemezsin kuşlara değil mi?

Neden, niçin yazdığımı ya da yazdığını anımsayamadığım notlar da vardı. Hafızamın içinde senin gidişinin sancılı olmasının hatıraları dururken, bu post-itleri unutmak pek acı gelmemişti bana. Belki de ben öyle zannediyordum. Bir gün bu post-itler kalbime vura vura yaralarımdan nice irinler fışkırtacaklardı.

***
Gizemini çözdüm bu define haritasının, senmişsin meğer şifrelenilen içine. Gözlerin inciymiş gözkapaklarının arasında, ağladıkça büyüyen. Saçlarına dizilirmiş elmaslar, yakutlar ay ışığında parlayan. Tek taş gibi konmuş yüzüne burnun, aynalarda güzelliği ortaya çıkan. Kaşıkçı elmasından daha değerlidir yanakçı elmasın. Gamzelerinde saklıymış kâf dağının zümrütleri. Kaldır ellerini bu bir soygundur, yanağından öpmeye geldim seni.

***
Neden durmaz kuşlar kırmızı ışıkta? Hiç başını kaldırıp yeşil yanmış mı diye bakmaz kaplumbağalar sahile koşarken. Karşıya geçerken hangi kelebek bakar sağına soluna? Koşarken bir ceylan ne zaman söyler üstünden geçen kartala, fazla hız yapma! Sıkıysa ceza kessin ormanların aslanı, radara yakalanmış bir kaplana. Hangi gül bakar pembe rujum akmış mı diye aynaya? İşte sevgilim böyle özgürüm ben de seninle, aşkın tüm yollarında.

***
Ey doktor, gel de ruhumun dizine vur, kanatlanayım aşkın refleksiyle. Gönlüme bir röntgen çekip baksan yaram var mı derinlerde. Stetoskobu dayayıp göğsüme, dinlesen bir ney gibi inleyen kalbimi. Dertlerime devan varsa yaz reçetemi. 100 mg mutluluk, 100 mg huzur yaz ey doktor, yatılıya bırakma beni. Kalırsam sadece yıldızları alırım refakatçi. Hem SSK ödemez ise bunları, ödetir elbet güller bir buse ile beni bu derde salana.




***
Matematiği gözlerinden öğrendim ben. İki kere baktın, iki kere yandım; dört gözle bekledim sayılar evinde. Türkçe’yi dudakların öğretti bana. “Seni” dedi, “Seviyorum” dedim, sarıldım sana harfler diyarında. Kimyayı öğrenemezdim ellerin olmasa. Isındım, çözüldüm, havaya karıştım ellerini tutunca. Sınıfı geçtim mi söyleyemedi kuşlar. Diplomayı sen versen bir öpüşle, kızarsa yanaklar.

***
Pazartesi gözlerindir, salı ellerin, çarşamba saçların, perşembe yanakların. Pazardır adı kucağında yatmanın. Ocak kalbindir, şubat kirpiklerin, mart omuzlarındır, nisan parmakların... Aralıktır adı, beni öpen dudaklarının. Velhasıl sevgilim, günüm sensin ayım sen. Takvim yaprakları gibiyiz senle ben. Sensiz nasıl yaşayamam bir bilsen, bir bilsen.
***
Gel yağmurda ıslanalım seninle. Yağan yağmurlar dişi çıkan bir bebeğin gözyaşları olsun, okşayalım yanaklarımızı. Yağan yağmurlar annesinden uzakta bir öksüzün gözyaşları olsun, okşayalım saçlarımızı. Gel yağmurda ıslanalım seninle. Yağan yağmurlar ayrılmış iki sevenin gözyaşları olsunlar, sarılalım birbirimize. Gel yağmurda ıslanalım seninle. Yağmur sonrası içimize dolsun bir mutluluk, dolaşalım gökkuşağını el ele.

***
Sen misin geldiğinde camıma tıklayan kuş gibi canıma tıklayan? Kapımı açtığımda rüzgar gibi yüzüme dokunan serinlik sen misin? Sen misin ağladığımda gözyaşlarımı kurulamak için beyaz mendilini alıp gelen kardelen çiçeği? Sen misin saçlarıma değip geçen gökkuşağı gibi rengârenk gülümseyen? Sen misin bir çocuğun kanayan dizini öpen anne gibi şefkatli öpen beni? Sen misin gönlüm seni ararken bir ağacın arkasına saklanan?
***
Yaşadığım günlerden bir şey öğrendim. Doğan güneşten, batan aydan, geceleri parlayan yıldızlardan ve tüm insanlardan bir şey öğrendim. Başını okşadığım çocuklardan, dayak yediğim adamlardan, düştüğüm kuyulardan öğrendim Yusuf gibi yalnız olduğumu. Asıldığım çarmıhlardan öğrendim İsa gibi sırtımdan vuranların dostlarım olduğunu. Ve hiç konamayan kuş misali yeryüzünün tenhasında seni aradığımı.

***
Sevmek bir ömürse kaybetmek bir anmış. Beklemek gelir geçer ise özlemek iyileşmeyen yaraymış. Gülmek gün doğumu ise ağlamak kıyametmiş. Bu bana ders oldu, yaşamak dediğin bir kalbe müebbet yatılı kalmak imiş...

***
Belki hiçbir resmi evrakta isimlerimiz yan yana gelmedi ama gayri resmi bir çok hayalde ben seninle aynı yastıkta öldüm…


Bölüm 4


Bir gün aşk için en büyük fedakârlık nedir diye konuşmuştuk uzun uzun. Mecnun’un deli divane olması mı, Ferhat’ın koca dağı Şirin’i için delip geçmesi mi, Kerem’in Aslı’sı için yanıp küle dönmesi miydi en büyük fedakârlık? Hiç sanmıyorum.
Ya da senin çok etkilendiğin Kral Edward’ın sevdiği kadın için tahtan feragat etmesi mi? Bunu ilk öğrendiğinde çok etkilenmiş ve Wikipedia’dan çıkış alıp bana getirmiştin:
Edward VIII, Windsor Dükü Prens Edward (1936'dan sonra) olarak da bilinir. Tam adı Edward Albert Christian George Andrew Patrick David (d. 23 Haziran 1894, Richmond, Surrey, İngiltere - ö. 28 Mayıs 1972, Paris), Galler prensi (1911-1936) ve Birleşik Krallık hükümdarı (20 Ocak-10 Aralık 1936). ABD'li Wallis Warferd Simpson ile evlenebilmek için tahttan çekilmiş ve böylece kendi isteğiyle tahtı bırakan ilk İngiliz hükümdarı olmuştur.
York dükü George (sonradan Kral V. George) ile Prenses Mary'nin (sonradan Kraliçe Mary) en büyük oğlu olan Edward, babasının tahta çıkması(6 Mayıs 1910) üzerine tahtın varisi oldu. Kraliyet Deniz Kuvvetleri'ne katılmak üzere eğitilmesine (1907-1911) karşın, I. Dünya Savaşı sırasında kurmay subay olarak özel bir piyade alayında görev aldı. Savaştan sonra ve 1920'lerin başlarında Britanya İmparatorluğu'na bağlı çeşitli ülkelere iyi niyet ziyaretlerinde bulunan ve bu arada Türkiye'ye de giden Edward babasının 1928'de hastalanmasından sonra ülke yönetimiyle ilgilenmeye başladı.



Edward 1930'da Simpson'larla tanıştı. İlk eşinden 1927'de ayrılan bayan Simpson, ikinci evliliğini 1928'de Ernst Simpson ile yapmıştı. Edward ile bayan Simpson arasındaki dostluk zamanla aşka dönüştü. Ama, Edward bu konuyu babasına açamadan V. George öldü (20 Ocak 1936). Edward kral ilan edildi. Edward'ın tahta çıktıktan sonra ilk girişimi, saray harcamalarını kısmak oldu.1936'da Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ile görüşerek ilk ziyaretini Türkiye'ye yaptı. Kasım 1936'da Parlamento'yu açtıktan sonra Güney Galler'deki sorunlu bölgeleri ziyaret etti.
Bu arada, Bayan Simpson 27 Ekim 1936'da kocasından boşandı. Edward, Bayan Simpson'la evlenebilmek için kraliyet ailesinin onayını almaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Öte yandan, İngiltere Kilisesi ve önde gelen siyaset adamları da bu evliliğe karşıydılar; bu konu da Edward'ı destekleyen tek kişi Winston Churchill'di.
Başbakan Stanley Baldwin ise, bu ilişkinin krallığın bütünlüğünü tehlikeye düşürdüğünü ileri sürerek, Edward'ı bu evlilikten vazgeçirmeye çalıştı. Edward, 13 Kasım'da Baldwin'e Bayan Simpson'la evlenmek istediğini ve eğer bu evliliği kral olarak gerçekleştiremeyecek olursa, tahttan çekilmeye hazır olduğunu bildirdi. Baldwin'in hükümeti bu evliliği kabul edemeyeceğini bildirmesi (2 Aralık) üzerine, tahttan çekildiğini açıklayan belgeyi 10 Aralık'ta Parlamento'ya sundu. Bu belgenin Parlamento'da onaylandığı 11 Aralık akşamı yaptığı radyo konuşmasında tahttan çekildiğini açıkladı ve aynı gün İngiltere'yi terk etti. 12 Aralık'ta taç giyerek yerine geçen kardeşi George VI, Edward'ı Windsor dükü yaptı.
Bayan Simpson'ın boşanma kararı resmilik kazandıktan sonra, Edward ve Simpson 3 Haziran 1937'de Fransa'da İngiltere Kilisesi'ne bağlı bir papaz tarafından evlendirildi. Bundan birkaç gün önce Kral George VI, Kabine'nin tavsiyesi üzerine, yalnızca düke altes unvanını vermiş, düşesi bu onur unvanından yoksun bırakmıştı.



1940'ta Winston Churchill tarafından Bahamalar valiliğine getirildi ve bu görevini savaş sonuna değin sürdürdü. 1945'ten sonra çoğunlukla Paris'te yaşayan Edward, ilk kez 1967'de düşesle birlikte, kraliyet ailesinin öteki üyelerinin de katıldığı resmi bir törene davet edildi. Dük ve düşeş öldükten sonra Windsor Şatosu topraklarındaki Frogmore'da yan yana gömüldüler.
Benim için aşkın en büyük fedakârlığı aşka sahip çıkmaktı. Aşkına her ne olursa olsun sahip çıkmak, sevdiğinden ayrıldığında, bir daha hiç birleşme ihtimali bile olmadığında inadına aşka sahip çıkabiliyorsak işte en büyük fedakârlık buydu. Her ne sebep olursa olsun, hiç ara vermeden, hiç üşünmeden, duygularımızın hiç gitmesini istemeden sevebiliyorsak, bu hayatta yapılabilecek en büyük aşk fedakârlığını yapıyoruz demektir.

Bölüm 5

Kırmızı kitaplar, Kalksam ve Dirilsem, Gözyaşı Geceleri, Gül Yetiştiren Adam, Mona Roza’nın Muazzez Akkaya’sı, tesbihat, Kul Sadi Yüksel, darül harp, 1. Söz, rabıta, İslamcı radyoların gece programlarının prensleri İbrahim Paşalı ve Tarık Tufan, bant tiyatrolarının üstatları Hasan Nail Canat ve Ulvi Alacakaptan, Cat Steven’sın müslüman hali Yusuf İslam, Allahsız Selman Rüsdi, İhya-u Ulumiddin, Elmalılı Meali, Seyyid Kutup, Marmara Fm, Özel Fm, Abdurrahman Önül, Sızıntı, Humeyni, Yeni Ümit, Kütüb-i Sitte, Hasan El Benna, Altınoluk, Timurtaş Hoca, Şehit Tahtında, Çeçenistan, Mescidi Aksa, şakirt, Nuri Pakdil, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Hocaefendi, İsmet Özel, Bediüzzaman, Metin Yüksel gibi isimlerin ve kavramların kıyısından köşesinden geçmiştim hep. Sonunda sevgisinden çok yakıcılığına iman ettiğim bir Allah’ın kulu ve elinde kılıcıyla inançsızların hakkından gelen bir elçi Muhammed’in ümmetinden günahkâr bir âdemoğlu olarak ezik büzük bir Müslümandım.
O ezikliği her zaman yaşadım. ÖSS derecesi yaparak kazandığım üniversitede de sürdü bu ruh halim. Hoşlandığım ama göz göze bakmaktan başkaca bir eylemde bulunamadığımız o kızın adını bile hatırlayamıyorum şimdi. Öylesine hayattan kopuk, yaşamdan uzak ve aşktan beri yetiştirilmiştik ki, bir inşaat sahasındaki kocaman bir kazıkla aynıydım. O kazık tek başına ayakta durabiliyorken benim bedenim bunu dahi beceremiyordu. Ruhum, kalbim yerlerde sürünüyordu.



 
Yüzyıllardır Allah diyerek Muhammed, diyerek kirli zihinlerindeki ve kendi işlerine gelen İslam’ı bu topluma ve bize öğretmişlerdi. Öylesine darmadağın olmuştuk ki, onların rehberliği olmadan adım bile atamaz hale gelmiştik. İslam’ın tüm kurumlarını kendilerine göre bir bankamatik haline getiren bu kafaların kapitalizm düşmanı gözükmeleri ne büyük bir tezattı. Kişilerin özgün ve özgür iradeyle Allah’la aralarında iletişim kurmalarına izin verilmeyen bu yanlış din algısı yüzünden toplum paramparçaydı. Benim bu düşüncelerimi kim söylediyse hemen susturulmuş “dinsiz, imansız, sünnet düşmanı” gibi iftiralarla önleri kesilmişti. Bende önceleri gaza gelip tüm memleketin imanını kurtarma derdine düşmüştüm ama sonra akıllanmıştım. Artık Allah’a hesabını vereceğim tek adamın kendim olduğunu anlamıştım. Başkaları için değil öncelikle kendi imanımız ve inancımız için çaba göstermeliydik. Tuvalete sol ayakla girmenin faziletiyle, tırnakları gece değil de gündüz kesmenin erdemiyle o kadar meşgul edilmiştik ki, aşkın, merhametin, insanlığın ve sevginin dini uçup gitmişti tüm güzel değerleriyle birlikte.
Bu yanlış ve yanlı Allah’ı kafamıza öylesine kazımışlardı ki korku ve ümit arasında yaşamaktan başkaca bir kulluk yapamaz hale gelmiştik. Yıllar sonra Allah’ı tekrar tanımıştım. O zihnime tıkıştırılan Allah’ı resetlemiş, sıfırlamıştım. Sonra evrim teorisinin yuvası diyerek Allahsızlıkla suçlanan National Geographic kanalı sayesinde Allah’ı tekrar tanımıştım. Ajansa hediye edilen Dijitürk’ten bir yıl boyunca izlediğim bu kanal beni gerçek Allah’la buluşturmuştu. Evet, kesinlikle Allah vardı ve bize bir mesajı vardı. Nasıl muhteşem bir beyin muhteşem bir yaratıcı olduğunu anlamamızı istiyordu. Yaratma gücüne, şefkatine, merhametine hayret etmemizi istiyordu. Ve kendisiyle eğlenceli bir yaratıcı – kul ilişkisi kurmamızı…
Artık Yaratıcının sahici mesajlarının peşine düşmüştüm. Başkalarının düşündükleri değil, bu güne kadar bana öğretilenler değil, sadece beynimin ve kalbimin doğruları geçerli olacaktı yaratıcımla aramdaki ilişkileri düzenlememde…
Senin kafanın içindekilerle mücadele etmeyi hiç düşünmedim. Kendine göre bir imanın vardı senin. Mücadele etmeye cesaretim yoktu. Yorgundum, kirlenmiş bir din anlayışı olan bir adamdım. Tam anlamıyla da zihnimi kalbimi temizleyememiştim. Senin algılarınla oynamayı aklımın ucundan bile geçirmemiştim o zaman. Üniversite kapılarından aşağılanarak geri döndürülen başörtülü kızlara çok üzülürdün. Onlardan bir sürü arkadaşın vardı. Bende o zaman onları daha yakından tanımıştım. Zamanla aslında hiçbir dindar erkeğin kabul edemeyeceği gerçeklerin farkına varmıştım.
Kamusal alanda başlarındaki örtüyle aşağılanan o kapalı kızları aslında en çok bizler aşağılıyorduk. Evlerinden dışarıya çıkamayan, hiçbir iletişimde rol hakkı olmayan, perdeler arkasında bir kukla gibi oynattığımız bu kadınlar, dindar logolu erkekler için sadece yemek, içmek ve evcilik oynama malzemesiydi. Gerçi yatakta bile edilgen bir partner olarak kullanılan bu kızların, büyük bir oranının istediği gibi bir cinsel hayatı yaşayamadan 3-5 çocuk sahibi olduklarına adım gibi emindim. Çok az dindar kız kendi istediği bir hayatı yaşayabiliyor, özgür iradesiyle ideallerini gerçekleştirebiliyordu. Erkekle kadın arasına konulan bu derin uçurumdan uzun süre ben de kendimi kurtaramamıştım. Kafalarımızın içinde tüm özgürlükler yerle bir edildikten sonra hangi konuda sağlam düşünebilirdik ki zaten…
Bence o başı kapalı diye üniversite kapılarından, askeriye alanlarından, devlet kapılarından aşağılanarak püskürtülen kızlar için bu durum hayatlarında karşılaşabilecekleri en güzel kovulmaydı. Çünkü bu sayede İslamcı ağabeyler bu kızları yurtdışına gönderme organizasyonları yaptılar. Binlerce kapalı kız yurtdışındaki kültürü tanıdı, özgürlüğü gördü, özgüvenini tamir etti. Böylece kapalı kızlar için planlanan zulüm bir rahmete dönüştü. Bu işkenceyi yapan beyinsizler acaba bunu hiç düşünebildiler mi? Şimdi adını hatırlamadığım bir Hollywood filmindeki Amerikan futbolu koçunun sözü tam da buraya şak diye oturuyor: “En büyük oyun kurucu Tanrıdır.”





 

Tıpkı Atatürk gibi... Atatürk’ü de dindar camia her zaman deccal ve İslam düşmanı olarak tanımlamıştır. Dudaklarında sahte bir Atatürk sevgisi olsa da samimi olarak seven bir dindar grup ben daha görmedim. Ama sonra anladım ki Atatürk’ün İslama yaptığı hizmeti hiçbir babayiğit yapmamıştı. Osmanlı’yı rezil rüsva eden, İslam ahlakını yerlerde süründüren, medeniyetin önünde bir kara set gibi duran bağnaz İslamcılığı ve dindarlığı gerektiğinde asarak keserek toplumdan silen Atatürk, yeni bir İslam anlayışı olan, yeni bir neslin önünü açmıştır. Medreselerde oburluk yapmakla meşgul dini kullanan bu tayfayı memleketten silen Atatürk ile İslam ilişkisini en güzel Çukurovalı devrimci yazar Ekmel Ali Okur’un “Ben Yüksel Mert, Atatürk’ten Özür Diliyorum” kitabında okumuştum. Eğer bu dini devrimler olmasaydı o ham ve softa medrese kafası ile İslam bu topraklarda sürdürülseydi gerçekten vah halimizeydi.
Cemaat, tarikat, şeyh, mürşit, İrancılık, Dar-ül harb, Şii, Sünni, Alevi, Bektaşi burgaçlarında zihinleri ve kalpleri defalarca iğdiş edilen iki üç neslin ortasında kalan bizler için din işleri hep sığınmak istediğimiz bir kaleydi. Bir akşam eve geldiğimde seni gülünç ve tatlı gösteren kocaman bir başörtüsü ile namaz kılarken görmüştüm. Sorduğumda şu an hatırlayamadığım bir özel gün söylemiştin. O günde 40 rekat namaz kılınca bir yıl boyunca hiçbir sıkıntın olmaz, tüm günahların affedilirdi. İstediğin günahları doya doya işle, insanları kır dök, sonra da bir namaz kıl, hop tertemizsin. İşte bu saçmalıklara sen bile inanabiliyordun. Netice ruhumuzun yaraları içimizi yaktığında serinlemek için bir havuza atmalıydık kendimizi. O da dindi, inançtı. Ama nasıl bir din? Şu Türkiye’de din kadar bozulmuş, lime lime edilmiş bir başka konu var mıdır acaba? Okuldaki o incik boncuk din derslerinde öğrendiğimiz “İslam bozulmamış tek dindir, İslam’da ruhban sınıfı yoktur.” gibi bilgiler şimdi bana bir masal gibi geliyor. Evet Kuran bozulmamıştı, peygamber bozulmamıştı ama onu günümüze taşıyan algılayış bozulmuş, yerle bir olmuştu. Belki de en koyu Hıristiyanlıktan, Yahudilikten daha fazla bozulan bir dinimiz vardı, sadece biz farkında değiliz.
Seninle bu konuları konuşurken bu kadar sert düşünmeme ve dile getirmeme her zaman karşı durmuştun. Sana göre orta halli Müslümanlara ihtiyaç vardı. Köylüler öyle din üzerine kafa yorup özgülükçü düşünürlerse sosyal hayat dururdu, üretim olmazdı falan filan. Bunu tartıştığımız bir Kadir gecesini çok iyi hatırlıyorum:
“Sen namaz kılmaz mısın hiç?”
“Kılarım.”
“Ama ben hiç görmedim, hem sen erkeksin cumalara neden gitmiyorsun?”
“Kadınların gitmediği namaza ben hiç gitmem.”
“Nasıl yani, olur mu öyle şey, Cuma namazı erkekler içindir.”
“O, üçkâğıtçı din bezirgânlarının uydurması. Allah kadın erkek herkesin Allah’ıdır. O’nun istediği ibadetler de iki cinse de birliktedir aslında, özelde insanadır. Erkekler kadar kadınların da ibadetidir Cuma.”
“O zaman neden sadece erkekler gidiyor?”
“Uzun mesele ama temelinde dinin rantlaştırılması var. Herkes bir tarafından tutmuş ve orayı kendi ekonomik alanı ilan etmiş. İnsanlar ne kadar köleleşirse o kadar daha rahat onların üzerinde hâkimiyet kuracakları için dini kendi istedikleri hale getirmişler. Kadınlar ne kadar çok sosyal hayattan soyutlanırsa, kullanılmaları da o kadar çok kolay olacağı için her zaman ikincil planda yaşatılmıştır kadınlar.”
“Hiç böyle düşünmemiştim.”
“Düşünemezsin zaten. Sistem düşündürmemek üzere kurgulanmıştır. Bu yüzyıllardan beri böyle olmuş. Din adına köşeleri tutanlar, insanların özgür bir birey olmaması için elinden geleni yaparlar. Düşünemeyen, tabi olduğu insanlar ne derse ona evet diyen beyinler isterler. Oysaki bu dinin kitabı “oku” diye başlar. O yıllarda ne matbaa vardı ne kitap, basılı kitapları okuyun demiyor orda; hayatı okuyun, kalbinizi okuyun, doğayı okuyun, aklı okuyun diyor. Bunları okuyan insan başka hiçbir insanın kölesi olmaz!”
“Ama bu sistem peygamber zamanında kurulmuştu.”
“İnsanları en hassas yerinden yani kalbinden vurmanın yolu, kalplerinde en çok sevdiği kişi ile vurmaktır. Bu millet peygamberini çok sever. O yüzden de en çok peygamber alet edilmiştir bu yanlışlıklara, hurafelere ve uydurmalara. Bugün din adına uygulananların yüzde doksan dokuzunun uygulaması peygamber zamanında yoktur. Sonradan herkes kafasına göre uydurmuştur.”
“Senden korktum neden bu kadar şiddetli bir isyanın var, anlamadım.”
“Çünkü benim zihnimi kirletti onlar, senin, annemin, babamın, kardeşlerimin, arkadaşlarımın, miyonlarca insanın. Allah’la aramıza hep mesafe koydular. Özgür irademizi çiğnediler. Bizi düşünemeyen birer zombi, robot haline getirdiler. Neden öfke duymayayım ki onlara?”
 “Ama…”
“Hiç ama deme. Kadınları ne hale soktular. Bugün gibi mi zannediyorsun geçmiş zamanlarda kadınların hayatla ilişkisini. Okuyabiliyor, gezebiliyor, sokaklarda gönlünce dolaşabiliyorsun. Çok yakın bir zaman kadar bunlar hayaldi. Evden çıkarı çıkamayan, istenilen erkekle evlenmek zorunda olan birer köleydiniz. Oysaki bu din kadınlara muhteşem bir değer veriyor, onları özgürleştiriyor. Lakin din adına hareket edenler sadece köle olmanızı istiyorlar.”





Böyle konuşmalar yapardık senle. Bir sonuca varabildiğimiz yoktu. Benim için şu an din sadece Allah’ı anlamak, mesajını hissetmek ve onun istediği gibi bir adam olarak yaşamaktı. Kendi aklımla, özgür ruhumla bunu yapmak istiyordum. Başkalarının ne dediğinin benim için hiçbir anlamı yoktu artık. Allah’ın kitabı madem “Oku” diyerek başlıyordu, ben de evreni, kendimi okuyacak ve Allah’ı sevecektim.
Sonraları duydum ki daha dindar bir hayat yaşıyormuşsun. Umarım ki zihnini ve kalbini bu böyle düşünen insanların eline vermemişsindir. Özgür bir Müslüman, özgür bir insan ve özgür bir kadınsındır hala.
“Müslüman olmak kolaydır, zaten bu memlekette herkes annesinden Müslüman doğar. Ama insan olmak zordur. Ben önce insan olma hakkımı kullanmak istiyorum.” dediğimde “Benim tatlı insanım.” deyip öpmüştün ya beni, işte o zaman bir insana dönüşmüştüm.

Bölüm 6

Bazen kendim gibi insanlar aradığım hissine kapılıyorum. Saçma bir Türk filminde birden gözyaşları akan bir erkek mesela. Bazen saatlerce yataktan kalkamadan güzel bir rüya görmeye çalışan bir adam. Bir çocuk gibi hayaller kurmanın güzelliğini bilen birileri. Belki de varsınız, sokaklarda birbirimize değerek yürüyoruz, aynı lokantada yemek yiyoruz, aynı mağazadan alışveriş yapıyoruz. Ama bir o kadar da yabancıyız birbirimize, bir o kadar ayrıyız birlikte olabilmekten.
Sevmek de böyle değil mi? Aynı olabilme savaşı. İki farklı insanın ruhlarını ve bedenlerini tek yapabilmek kavgası… Aşk bir savaş bence, galip gelmenin mağlup olmaktan geçtiği bir savaş. Sevebilmeye çalışmamız kendi aynımızı bulma derdimiz. Sanki yüzümüzde ancak sevince çıkan maskelerimiz var. Her sevmemizde bir maskeyi kaldırıyoruz karşımızdakinden. Altında kendi yüzümüzün olmasını umarak… Bir süre sonra o maskenin bizim yüzümüzü kapatmadığını görüyoruz, aşk bitiyor, çünkü yeni bir maskenin peşine düşmemiz gerektiğini biliyoruz.
Ben bunu sende öğrendim, maskelerin altına bakmamız gerektiğini sen öğrettin bana. Tabi ki sonundaki büyük hayal kırıklığını da sende yaşadım. Sen de benim maskemin altındakini merak etmiştin, bunu kendine itiraf etmek zor olsa da ben sensiz geçen nice günlerden sonra bunu artık delikanlı gibi söyleyebiliyorum kendime.



Biliyorum yüzüm yüzün değildi. Hiç sarılamadığın baban gibi saramayacaktım seni. İçimizdeki o baba şefkatini arayan yüzlerimiz ortaktı. Lakin yüreği durmadan kazma sallayarak peşinde olduğu kömür kadar sertleşmiş bir adam olan babam gibi seninki de merhameti göstermekten aciz bir babaydı. Şimdiki çocuklar ne kadar şanslı, gönüllerince sarılabildikleri bir babaları var. Bizim hiç olmadı. Sen onun ölüm haberini bana gözyaşları içinde verdiğinde donakalmıştım. Baban için gözyaşı dökeceğin hiç aklıma gelmemişti. Şimdi anlıyorum ki o gözyaşları merhamet isteyen küçük bir kızın gözpınarlarından akıyordu. Sana hiç sarılmayan bir babadan, hiç öpmeyen bir babadan, hiç kızım demeyen bir babadan sonra sana ne kadar sarılsam ne kadar öpsem hep az kalacaktı.
Beni babanın cenazesine gelmediğim için çok suçlamıştın, “Bir insan nasıl sevdiğinin babasının cenazesine gelmez, anlayamıyorum.” demiştin. Buna cesaretim yoktu. Orada tıpkı ben de merhamet görmemiş bir evlat gibi ağlayacaktım, belki senden daha çok gözyaşı akıtacaktım. Orda ben iki kişilik ağlamaktan korktum, iki kişilik ölüm acısı çekmekten. Bunu yıllar sonra şimdi anlayabiliyorum. Ve ben hala korkuyorum, babamı kaybettiğimde o mezarlıkta iki kişilik ağlamaktan o kadar çok korkuyordum ki bunu sana anlatamam.
Haberin oldu mu bilmiyorum, sonra babanın mezarına gittim. İnsanların vefasızlığını bir daha gördüm orada, iki yıl geçmeden herkes unutmuştu babanı. Mezarını bile bilen ne kadar az kimse vardı. Ona gidip “Kızını layığı gibi sevemedim, özür diliyorum.” dedim. Eğer ölüler mezarlarında duyuyorlarsa içinden “Ulan sanki ben adam gibi sevebildim mi?” diye geçirmiştir. Onunla sadece iki üç cümle konuşabildiğimiz evin önünde durdum, o bayram gününe gittim. Muhtemelen senin de çocukken bol bol oynadığın o dereleri dolaştım, o değirmeni gezdim. Sahilde, senin yüzdüğünü hayal ettiğim o sahil boyunda dolaştım.





Sonra farkına vardım ki, ölen sadece baban değildi. Ölen o derelerde o sahilde beraber yürüyebilme düşlerimizdi. Sevgiye olan inancımız ve babalarımızdan görmediğimiz ama çocuklarımıza sonsuzca vereceğimiz merhametimizdi. İşte mahşeri ve yeniden dirilişi olmayan en büyük ölümlerimiz bunlardı.
Oysaki seni hep mutlu etmeyi istemiştim. Hep gülelim hep huzurla yaşayalım hayatı istemiştim. Lakin bu ömür öyle lanet bir öğretmen ki öğrendiğinizde çok geç oluyordu. Ellerinden akıp gidiyordu beraberlikler, sarılmalar, öpüşmeler…

Bölüm 7


“Bir gün ayrılacağız biliyorsun değil mi?”
“Nerden çıktı şimdi bu, neden ayrılacakmışız?”
“Çünkü bütün güzel şeyler bir gün biter.”
“İnsan isterse bitirmez.”
“Bu insanın elinde olan bir durum değildir ki. Bir ağacın büyümesi gibidir, bir kuşun uçması gibi, bir şarkının bitmesi gibi. Eninde sonun biten hayat gibi, sevginin de Azrail’i vardır. Ölüm nasıl ki gelmeden önce saçları ağartarak, beli bükerek gösterirse kendini, aşkın ölümü de gelir, söyleyeceğini söyler. Öpüşlerin sayısı azalıyorsa, sarılmaların dakikaları kısalıyorsa, sevişmelerin iniltisi azalıyorsa, bil ki aşkın Azrail’i dolaşmaktadır etrafta.”
“Peki insan bunu engelleyemez mi?”
“Belki. Ama ben başarabileceğimize inanmıyorum.”
“Neden?”
“Hayat bir öğrenmeler kitabıdır. Biz daha ilk sayfalarındayız. Öğrendiklerimizin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Ömrümüzün ortasında karşılaşsaydık seninle birlikteliğimiz daha güzel ve kalıcı olabilirdi. Oysa şimdi suya yazılan satırlar gibidir bizim birbirimizi sevmemiz.”
“Ben kayaya yazıyorum seni tatlı kız.” deyip kollarımı dolamıştım sana ve boynundan uzun uzun öpmüştüm.



Boynunu ve kulak memelerini öpmemi çok severdin. Çok sonraları artık gitmen yaklaştığında bir gece vakti zoraki sevişmelerimizin birinde kafama birden dank etmişti. Artık boynunu öpmüyordum uzun uzun, kulağını hiç öpmüyordum. Haklıydın aşkın Azrail’i etrafımızda dolanıyordu. Bizim sevdamızın saçları beyazlamış, beli bükülmüş, ömrünün son günlerini yaşıyordu.
Ölmüştü her canlı gibi sonunda. 35 yaşa ulaştığım şu günlerde anlıyorum ki, damarlarımızda gençlik ateşi dolaşırken yaşadığımız tüm aşklar eninde sonunda bitmeye mahkûmdu. Eğer tecrübe denen o öğretmen elimizden tutmazsa, sevmeyi öğrenememişsek -ki bence sevmek öğrenilebilir, geliştirilebilir- yolun sonuna geliveriyorduk farkında olmadan.
Şimdi gözlerim gözlerine değseydi, ellerim ellerini tutsaydı ne yapardım diye soruyorum kendime. Ne yapardım biliyor musun, hiç konuşmadan uzun uzun öperdim seni, bırakmadan saatlerce sarılırdım sana, hiç sesimi durdurmaya çalışmadan son ses sevişirdim senle. Bilirdim ki bunlardan biri ne zaman teklemeye başlarsa Azrail Efendi etrafta dolaşıyor demekti.




Sevmeyi öğrenmek en zoruymuş bu dünyada. Alfabeyi öğrenirken en kötüsü bir cetvelle parmak uçlarınız sızlar, yemek yapmayı öğrenirken en kötüsü yanık kokulu bir yemek yerdiniz. İşinizi öğrenirken en kötüsü birkaç maaşınızdan olurdunuz. Peki sevmeyi öğrenirken en kötüsü ne olurdu, tabii ki sevdiğinizi kaybetmek.
Biz kaybetmiştik. Büyük ikramiye hayali kuran talihli adayının amorti bile çıkmadığı bir büyük çekilişin ardından yaptığı gibi, kös kös kendi köşelerimize savrulmuştuk. Ulan hayat Allah belanı versin, bu kadar zor öğrenilir bir şey olmak zorunda mısın?
Sana söyleyemediğim binlerce milyonlarca canım’ı, bir tanem’i, seni seviyorum’u, aşkım’ı, sevgilim’i, cananım’ı, kraliçem’i, balım’ı şimdi söylemenin hiçbir anlamı yok biliyorum ama yine de söylemek istiyorum sana. Gözümü kapatıp karşımda seni hayal edip söylüyorum hep bunları. Geceleri sarıldığım başka kadınlara, yastıklara, hayallere durmadan söylüyorum şimdi. Söylemek benim kelimelerimden neyi eksiltir ki? Sana söyleyebilseydim, sana sarılıp bağıra bağıra söyleyebilseydim… O zaman kelimelerim çoğala çoğala büyük bir sözlük olacaktı içimde. Senin kalbinle benim kalbimin kullandığı iki kişilik bir dilin sözlüğü. 

Bölüm 8

Senin Kayahan’dan ‘Bir Aşk Hikayesi’ şarkısını “Hadi bizim şarkımız olsun.” deyişine çok şaşırmıştım. Tuhaftı, 1-2 şarkısı hariç dinlemezdim onu, hele Nilüfer’le “Senin şarkın, benim şarkım, yok benim şarkılarımı söyleyemezsin.” muhabbetinden sonra pek hazzetmiyordum. Sen öyle deyince aklıma bir şeyhin hikâyesi gelmişti.
Şeyhin biri müritleriyle birlikte yolculuk yaparken birden arabayı sağa çekmelerini ister. Müritlerine arabada kalmalarını söyleyip kendisi küçük bir tepenin oraya çıkıp gelir. Bu olay müritlerin arasında hızlıca yayılır. Herkes adeta Kabe’yi ziyaret eder gibi o tepeyi ziyaret etmeye başlar. Zira şeyh orada diğer büyük evliyalar ile görüşmüştür. Hatta işi ileri götürenler peygamberle, hatta hatta Allah’la görüştüğünü iddia eder olmuşlardır. Bir süre sonra durumdan haberi olan şeyh kızar ve müritlerini fırçalar:
“Saçmalamayın ben oraya işemeye gitmiştim.”








Şeyh uçmaz, mürit uçurur derler ya, aşk da insanı böyle uçuruyordu işte. Hiç sevmediğiniz bir müzisyenin saçma sapan bir şarkısını “aşk şarkınız” olarak ilan ediyorsanız, aşk sizi uçurmuş demektir.
O zaman güzel olan bu durum şimdi bana tam da bir eziyet vesilesiydi. Ne zaman bir Kayahan şarkısı duysam şak diye kalbime bir acı saplanıyordu. Hele beni Facebook’ta bir Kayahan şarkısına ekleyen arkadaşları gırtlaklayasım geliyor. Bir süre sonra “Acaba bu senin arkadaşın mı, bunu sen mi gönderttin?” diye düşünür dururdum. Neyse ki zamanın her şeye ilaç olduğu gibi kalbime ilaç olan unutturma nimeti bende de işe yaramaya başlamıştı.
Yaşamak bir hikâyeler bütünüydü. Hikâyeniz varsa yaşadığınızı anlayabiliyordunuz. Çocukluğumuz, ilk aşkımız, ilk sevişmemiz bizim en özel hikâyelerimizdi ve onları hiç unutamıyorduk. Yaşamamızın besini de bu hikâyeler değil miydi? Sonra okul arkadaşlıkları sonra askerlik anıları hikâyelerimize yeni hikâyeler katıyordu.
Seni hatırlamak uzun bir hikâye benim için. Kendimi Âlice gibi bir harikalar diyarında hissettiğim bir hikâye değil elbette ki. Öyle de olsa ben bir Robin Hoodvari, senin ruhunun bedeninin ve kalbinin zenginliğinden alıp kendi fakirliğime kattığım için mutluyum. Sen o kadar çok büyüktün ki, bir okyanustan bir damla kadardı senden içime çektiklerim.
“Bir gün ben ölsem beni nasıl anardın?”
“Anamazdım çünkü ben de ölürdüm.”
“Hadi bırak bunları şimdi, milyonlarca sevenin sevdiği öldü, hiç sevdiğiyle birlikte ölen görmedik. Çin imparatorlarının ölünce diri diri gömülen cariyeleri hariç.”
“Nerden bileyim ben ne yaparım nasıl anarım. Hem nasıl bir soru bu, ben sana sorsam cevap verebilecek misin?”
“Tabi ki veririm neden vermeyeyim, ölüm de yaşamak gibi sevmek gibi hayatın bir gerçeği.”
“Eeee sen söyle bakalım çokbilmiş sevgilim, sen nasıl anacaksın beni?”
“Tatlı bir adam. Pek kendine dikkat etmeyen sanki biraz hayattan bıkmış, tavla oynarken yenilmeye dayanamayan, zeki, yaratıcı, en sevdiğim huyu hiç yemek seçmemesi olan sevdiğim bir adamdı, derim.”
“Hadi be, bu kadar mı yani?”
“Ne kadar olmasını istiyordun arkandan roman mı yazacaktım?”
“Yazma da, yani 3-4 cümlecik de olmaz ama değil mi?”
“Bence senin beni anlatacak o kadar cümlen bile yok!”






Kesinlikle vardı. Senin yüzüne karşı hiç söylemedim onları. Hep içimde kaldı boğazımda düğümlendi. Sen en son giderken bana “Sevgimi helal etmiyorum.” demiştin. Sonra haber göndermiştin, bir mesajında yazmıştın “Helal ettim.” diye. Ama ben o helal edilmiş hakkı üzerime hiç almadım. Tedirgin kalayım istedim. Hikâyemde bir mahcupluk, bir üzgünlük, bir kırılmışlık olsun istedim. Öyle olmasaydı, gelip geçen bir kuş kadar akıp giden bir ırmak kadar bir hikâyen kalacaktı bende. Şimdi satırlara yetiremediğim, sayfalara sığdıramadığım kadar çok hikâyeyiz biz. İşte bizden bana kalan ve “iyi ki kalmış” dediğim buydu.  
Hem bir varmış bir yokmuş diye bir masaldık senle biz. Bir vardık o zaman seviyorduk, bir yoktuk o zaman birbirimizden gitmiştik. Bir masaldık çünkü o pis cadının zehirli elmasından yemiştik. Uyuyakalmıştık ayrılık uykusunda. Sen benim prensesim olacaktın ben senin beyaz atlı prensin. Meğer krallık kaldırılmış aşk ülkesinden, cumhuriyet gelmiş yerine, ne kral kalmış ne prens. Ama sen her zaman prensessin benim için, çünkü benim ülkem hala krallıkla yönetiliyor, senin hem kral hem prenses olduğun bir ülkenin vatandaşıyım ben.
Sen benim masalımdın, annemden babamdan ninemden dedemden ya da Adile Naşit’ten ya da Türk Telekom’un 166 masal hattından dinlediğim değil, kalbimden dinlediğim bir masaldın.
Kalbim sustu mu sanıyorsun, sen Kaf dağlarına göçünce bu masal biter mi sandın?

Bölüm 9

Senden sonra ne kadar çok kadınla oldum, kaç taneydiler, sayısını hatırlamıyorum. Şimdi onları tek tek gözümün önünden bir geçit töreniyle resmettiğimde bir sırrımı keşfediyorum. Çamurlu oyuncaklarıyla oynayan bir çocuk, parasızlıktan Yenimahalle’den ODTÜ yerleşkesine otostopla giden öğrenci, zihni saçma sapan din bilgileriyle paramparça olmuş bir mümin, deli gibi aşık olduğu kızı kaybetmiş bir sevgili olarak hayatımın her karesi acılarla ve yaralarla doluydu.






Hayatımda tüm kadınlar da hikâyesi olan kadınlardır. Çoğu güzel bile sayılmazdı. Öyle ahım şahım kariyerleri de yoktu. Ama yaralarıma eş hikâyeleri vardı. Onların ruhlarındaki bu acıyla dağlanmış taraftı benim ilgimi çeken. Ne kadar çok yarası varsa o kadar tutkulu oluyorduk birbirimize karşı. Bir süre sonra da birbirimizi iyileştirmeyi beceremeyeceğimiz ortaya çıkınca tüm heyecanlar tüm tutkular ölüp gidiyordu.
Bu bir kaderdi. Tıpkı kimin çocuğu olacağınızı seçme hakkınız olmadığı gibi seveceğiniz kadını da seçemezsiniz. O sizin kaderinizdir. Alnınızın tam ortasına çakılmış bir tabelada yazar adı. Gözlerinizi açtığınızda annenizi, babanızı, çevrenizi sorgulayamazsınız. Her şey bir düzen içindedir. Büyükbabanız, anneanneniz, gideceğiniz okulunuz, ergenlik sivilceleriniz, sevmeniz ve ölmeniz bir kaderdir. Sırayla hayatınıza girerler ve çıkarlar. Siz sadece hepsine bir merhaba tebessümü etmekle yükümlüsünüzdür.
Kadere boyun eğmiş ve seni sevmiştim. Kadere ayak diretmek bana ne kazandırırdı ki hem. Eğer sevmenin matematiksel bir formülü olsaydı e=mc kare’den bin kat daha meşhur olacağı malum. Mecnun o zaman Einstein ile boy ölçüşüp aşk biliminin üstadı olarak caka satardı herhalde tüm alemlerde… Benim kimseye hava basacak bir keşfim olmadı daha. Sevmek tek başına aklımı başımdan almaya yetmişti. Eksisi artısı ya da çarpımı veya bölmesi ile kafa yoracak hiç zamanım olmadı.
Kaderi sevmiştim. Senin gibi bir kadının alnıma yazılmasını sevmiştim. Allah’ın bir kıyağı olsa gerek. Önceleri bunu yaptığım iyiliklerin bir sonucu olarak görmüştüm. Belki o kırmızı ışıkta cam silen çocuklara belki de Vatan Caddesindeki kuşlara her gün ekmek atan ihtiyar amcaya verdiğim 3-5 kuruşun bir ikramıydı. Ama sonra Allah’ın böyle bir sistemde çalışmadığını anlamıştım. İyilik yapıp iyilik bulabilirdiniz belki ama iyilik yapıp aşk bulamazdınız. O ezelden beri kalbimize verilmiş bir hediyeydi. O hediye için durmadan şükretmek durmadan kıymet bilmek gerekiyordu.
“Aşk bence bir amok koşucu gibi olmaktır.”
“Amak koşucusu nedir ki?” diye sormuştun.
“Amok koşusu Malezya ve Hindistan'da görülen bir tür çıldırma durumudur. Amok koşucusu bugün dünyada cinnet olaylarında faili tanımlamak için kullanılır. Aslında Malezya'ya özgü tarihsel ve kültürel unsurlardan kaynaklanır. Kökeni bir çeşit intihar komandosu geleneğine dayanır. Amok koşucusu sonuna kadar savaşıp sonunda ölmektedir. Böylece düşmanın arasına dalan küçük bir grup seçkin asker, yaşamak için savaşan düşman askerine psikolojik olarak büyük zarar verir. Şu Japon kamikazeleri gibi, Osmanlıda da böyle bir akıncı grup vardı, ‘deliler’ diye. Bekâr ve kimsesiz kimselerden kurulurdu, ilk bunlar düşmana saldırır ve ölümüne savaşırlardı.”








 
“Ee aşkın bunla ne alakası var.”
“Aşık da bir amok koşucusu gibi çılgınca hayatın içine dalar. Kişinin hayatıyla bağı tamamen kopar, demorolize olur. Eğer aşkı bir cinnetlik boyutuna giderse zaten pili bitmiştir.”
“Şu kafayı sıyırıp kendilerini öldüren âşıklar bundan dolayı mı hayatlarına kıyıyorlar sence?”
“Tam değil, o aşkın bir cinneti, amokluk aşkla sarhoş olup, uçmuş bir halde yaşamak daha çok.”
“O zaman sen benim Amok koşucumsun ha.”
“Ben senin aşk böceğinim tatlı şey.”
Ve sonrası uzun bir sevişme uzun bir mutluluktu.
Yıllar sonra dertli yazar Stefan Zweig'ın 1922 tarihli Amok isimli kitabını Türkçe "Amok Koşucusu" adıyla basılmış halde görünce seninle yaptığımız bu konuşmanın kitaba arka kapak yazısı olarak güzel gideceğini düşünmüştüm. İşte hayatta her istediğinizi yapamayacağımıza dair bir ispat daha… O kadar çok var ki sırf onları yazsam bir ansiklopedi olur. Bu da bir reklamcının altından kalkamayacağı bir iş. Sanki sevmeyi doğru dürüst becerebildim de.

Bölüm 10




Bir gün seninle bir deniz kıyısında karşılaşalım. Belki benim belki senin yanında bir iki çocuk olsun. Bir bankta otursun birimiz. Birimiz deniz kenarında dalgın dalgın yürürken önünde koşturan çocuğa baksın. Sonra çocuk bir banka yönelsin ve çocuğu izleyen gözler birden buluşsun. O üç beş saniye bir ömür gibi gelsin geçsin. Gözlerimiz nemlensin. Orada birbirimize uzun bir hasretten sonra kovuşan iki dost gibi sarılmış olalım. Mesela yıllar sonra karşılaşan bir okul arkadaşı, bir asker arkadaşı, bir iş arkadaşı gibi...










O kısacık zamanda birbirimizi ne kadar özlediğimizi anlatsın o bakışlar. Ne kadar çok yalnızlık çektiğimizi ne kadar çok üzüldüğümüzü anlatalım birbirimize. Evlendiğimizi, çoluk çocuğa karıştığımızı ama çocuklarımıza her baktığımızda birbirimizin gözlerine bakıyor gibi hissettiğimizi anlatalım.
Gelip geçen günlerin aslında hiç de gelip geçmediğini anlatalım birbirimize, bir Bergen şarkısında kaybolduğumuzu, Neşet Ertaş’ın Gönül Dağı’nın son mısralarındaki gibi uyuduğumuzu, gökyüzünde birbirimize hediye ettiğimiz yıldızlara bakmaya korktuğumuzu, güldüğümüz fıkraları başkalarına anlatmanın ne kadar acı olduğunu, tavlanın zarlarını atarken parmaklarımızın sızladığını anlatalım.
Anlatalım ki, yaralarımızı dağlayan uzaklıktan kurtaralım birbirimizi. Şimdi nerde ne yapıyor diye düşünmekten, birbirimize ait bir eşyayla karşılaştığımızda bayılacak gibi olmaktan, adının yazıldığı bir dükkânın etrafından saatlerce sarhoş sarhoş dolaşmaktan vazgeçelim. Yılların sırtımıza yüklediği bu hasreti bir çırpıda atalım derin kuyulara. Hani ayrıldıktan sonra aylarca rüyalarımızda düştüğümüz o derin ucu bucağı olmayan kuyulara...








Yusuf gibi hani. Kardeşleri tarafından bir kuyuya atılan çocuk Yusuf’un kalbi de bizimki gibi pırpır etmiştir gecelerin yalnızlığında. Bir tarafta kardeşlerinin ihaneti, bir tarafta babasının geceleri yaslanıp uyuduğu kucağı varken, o gecelerde ne kadar da çok acı çekmiştir ne kadar çok ağlamıştır değil mi? İnsanın kalbi bir kuyudur. Önce onun içini sevgiyle doldururuz, sonra ayrılık zehriyle. O kuyudan Züleyha’ya giden bir yol bulunmaz, o kuyudan Mısırsa sultan olacak bir talih çıkmazdı elbet. Çıka çıka böyle bir deniz kenarında karşılaşma hayali çıkardı işte.
Belki de fazla bakmayalım birbirimize. Dalgın bakışlarıyla sahilde yürüyenimiz uzaklaşsın arkasına bakmadan, başını eğsin ve ikimiz de ağlayalım, denize karışsın sevdamız.

Bir romanda iki sevenin mezarlarından aldığı toprağı denize döktükten sonra “Eğilip denizi öpen” adamı anlatmıştı yazar. Sen deniz kenarından gittikten sonra içimde yanan ateşleri söndürmek için eğilip denizi öperdim. Yeryüzünün tüm denizlerinin, okyanuslarının, derelerinin, nehirlerinin serinliğini içime çekip ancak ferahlatırdım kalbimi. Belki de gözyaşlarından bir dağ yapardım içime, hasretimi denize dudaklarımdan akıtmak için…

 

Bölüm 11

Ajansta çok yoğun çalıştığımız bir zamanda stres atmak için bir konsere gitmeyi konuşmuştuk. Sonra akşam bana “Ömer Faruk Tekbilek geliyormuş, O’nun konserine gidelim” demiştin. Tekbilek adını duymuştum ama Sufi sanatçılarından baygınlık geldiği için gitmek istememiştim. Sen ısrar edince de “Seni kırmak olmaz canım benim.” diyerek kabul etmiştim.





İsteksiz başlayan o gece hayatımın en güzel gecelerinden biri olmuştu. Ömer Faruk Tekbilek Türkiye’de pek namı olmayan ama dünyada çok tanına ve sevilen bir sufi müzisyendi. Mercan Dede, Mısırlı Ahmet gibi sanatçılar henüz çömez sayılırlardı onun ustalığı karşısında.
Sufi müziğin memleketten en önemli temsilcisi Ahmet Özhan’ı eskilerden kalma bir bilinçaltı dürtüsüyle ilk başlarda hiç sevmezdim. Hele Müslüman oldum havasına girip Hale Soygazi gibi bir kadından ayrılması, Soygazi’nin yanından bile geçemeyecek birisiyle evlenmesine içerlemiştim. Sonra muhafazakâr bir müşterimizin Ramazan programına davet etmiştik. 5000 kişilik konser yerine gele gele 300-400 kişi gelmiş firma sahipleri müthiş mahcup olmuştu. Ama Ahmet Özhan orada çok efendice davranmış, çıkıp müthiş bir konser icra etmişti.
Oradaki içtenliği ve profesyonelliğini takdir edip içimde tüm Ahmet Özhan önyargılarını yıkmıştım. Lakin içimde bir yerde Hale Soygazi acısı duruyordu hala. Ulan Ahmet abi o kadın bırakılır mıydı?
Tekbilek’in konseri Kilyos’ta bir beach konseriydi, yani sahilde yapıyordu. Sahilin üzerine bir platform kurulmuş ve sanatçılar orada dalgaların üzerinde şarkılarını söylüyorlardı. Deniz seslerine davulların, sazların, neylerin sesleri karışmıştı. Esen hafif rüzgâr ve ayın muhteşem görüntüsüyle birlikte Tekbilek’in muhteşem şarkıları tek tek kalbimize nüfuz etmişti sanki. Tekbilek’ten önce çıkan gruplar kulaklarımızı tırmalarken, Tekbilek bir taraftan çalıyor bir taraftan söylüyor ve bizi mest ediyordu.
Tek kelimeyle harika ve unutulmaz bir gece olmuştu. Belki biraz Şevval Sam konserinden tat kalmıştı dimağımızda, onlarca konserden hiçbirini hatırlamıyorum zaten. Şimdi ne zaman bir Tekbilek şarkısına denk gelsem, Facebook’ta paylaşırken ya da Youtube’de birden karşıma çıkıverdiğinde, tıpkı o gecedeki gibi yüzüme bir rüzgar esiyor biliyor musun? Dalgaların sesini duyuyorum ve senin kokunu çekiyorum içime. Biraz deniz tuzu doluyorum, gözyaşlarım ondan, belki biraz saçların değiyor yüzüme bir rüzgâr gibi soğuk gecelerde yüzümün kızarması ondandı.








Hatırlıyor musun o gün Tekbilek eşi ile gelmişti konsere ve karısının doğum günüydü. Konserin ortasında o çok sevilen şarkısı ‘I Love You’yu seslendirmeden önce karısına dönüp biraz Türkçe biraz İngilizce aynen şöyle demişti.
“Bugün eşimin doğum günü, hepi börtdey sevgilim.”
Her doğum gününde sana “hepi börtdey sevgilim” demek istiyor olmam da Ömer Faruk Tekbilek’ten kalan bir anı bana.
Kulağına söyleyemesem de her deniz kenarında, bir rüzgâr estiğinde, her doğum gününde mumları üflediğimde aklıma sen geliyorsun, bir deniz gibi, bir şarkı gibi kalbime değiyorsun, biliyor musun?

Bölüm 12

“O buhranlı günler” diye anlatırlar çok karanlık dönemleri. Örneğin İstanbul’un işgal edilmesi, örneğin Hitler’in dünyayı kasıp kavurması gibi günler için tarihçiler böyle der. Hepimizin hayatında da yok mudur o buhranlı günler? Sen gittiğinde benim halimde işte böyleydi. Buhranlı karmakarışık ve yapayalnız… Senin gibi hiç konamayan bir kuşa dönmüştüm. Seni hatırlatan en ufak bir nesneye karşı inanılmaz duyarlılaşmıştım. Artık ne iş düşünebiliyor ne de elime reklam metni yazmak için kalem alabiliyordum. Nedim yine devreye girmişti.
“Bana ölü gibi yaşayan bir reklamcı lazım değil, ya öl ya diril.” diyerek elimden tuttuğu gibi Atatürk Havaalanı’na götürmüştü beni. “Öyle apar topar gidemem, hazırlanmam lazım, eve gidip bir şeyler alayım.” dediysem de dinletememiştim. “Hemen gitmen lazım yoksa bu şehir seni paralayacak ve beynin patlayıp bir zombi gibi dolaşacaksın buralarda. Senin kurtuluşun hemen buralardan uzaklaşman ve bir süre kafanı dinlemende. Gidince ufak tefek giysiler alırsın üstüne başına.” Doğru söylüyordu, şimdi bu yaptığı acil eylem planının ne kadar da doğru olduğunu bir kez daha anlıyorum.
İlk bulduğumuz biletle beni Almanya’ya postalamıştı. Orada ortak çalıştığımız bir ajansın sahibi beni karşılayacaktı. Yirmi yıl önce Almanya’ya gelmiş ve oradaki Türklere hizmet veren orta ölçekli bir ajansın sahibi olan Turan benim “Özel bir proje için geldiğimi” bilerek etrafımda pervane gibi dönüyordu. Nedim “Bak ona bu durumlardan hiç bahsetmeyeceğim, senin merhamete değil, arkadaşlığa ihtiyacın var, ben işleri takip edeceğim, sen gez dolaş, ye iç seviş.” Bunların hiçbirini yapamayacağımı biliyordu. Yediğim hiçbir yemekten tat alamıyordum. Elime alkol almaya korkuyordum. Sanki bir kadehle başlasam ölene kadar içecektim. Sevişmeye gelince başka bir kadının tenine elimi sürmekten korkuyordum. Gezi boyunca Turan ve arkadaşları beni ne kadar buna zorlasalar da o senin kokun hala burnumun direğini sızlatırken hangi kadına dokunabilirdim?




Zaten uzun süre sonra sadece bu derin yaralardan kurtulmak için birlikte olduğum ilk kadın olan Berrin’le dakikalarca öpüşmüş sarılmış ama bir türlü hazır hale gelememiştim. Berrin, yine ajans için çekim yaptığımız ekipten bir kızdı. İlk tanıştığımızda boşanmak üzereydi, hoşlanmıştık birbirimizden, ama öpüşmekten ileriye gitmemiştik. 4-5 sene sonra karşılaştığımızda eşinden ayrılmış ve çocuğunu büyüten bir televizyoncuydu. Hemen o gece evime gelmişti. Uzun uzun konuşmuştuk ve onu yatağa yatırdıktan sonra ben salondaki kanepede uyumuştum. Sabah olduğunda ise kahvaltı yaparken elleriyle yüzümü okşamıştı. Sanki yüzüme vuran acılarımdan haberdardı. Onun o şefkatli okşamalarından ve öpmelerinden sonra yatakta bulmuştuk kendimizi.
Ama Berrin sadece bir merhem olduğunu hem anlamıştı hem de biliyordu. Çok değil en fazla dört beş kere birlikte olduk sonra reklam seslendirmesi yapan ortak tanıdıklarımızdan biriyle olmaya başlamıştı. Yavaşça ondan kopmuştum. Sonunda bana fena kazık atsa da en azından yeni bir kadın fikrine alıştırmıştı beni. Yeniden bir kadını okşayabileceğime, sarılabileceğime, birlikte olabileceğime beni inandırmıştı. Sırf bu yüzden hala minnettarım ona.
Almanya’da ilk günler hisleri ameliyatla alınmış bir ceset gibi dolaşıyor, tarihi mekânları katedralleri, şatoları geziyordum. Sonra biraz daha hareket katmak istedim geziye. Köln’de Turan’ın beni tanıştırdığı halı pazarlamacısı İbrahim ile bir haftalık uzun bir geziye çıkacaktık. İbrahim halı pazarlaması yaparken Avrupa’nın her yerini gezmiş, ne kadar Türk’ün yaşadığı yer varsa ezberlemişti. Oldukça ilginç bir adamdı. Çalışmayı çok seviyor ama Almanların kendisine bulduğu işlerden kolaylıkla sıyrılıyor ve sadece işsizlik parası ile geçiniyordu. Keyfi yerindeyken yaptığı bu halı işi de ona ek bir gelir sağlıyordu.
Köln’deki bir rent a car firmasından günlüğü 50 avroya bir araba kiralamıştım. İbrahim’e de günlük 50 avro verecektim. Diğer masraflarla birlikte 1000 avro civarında bir parayla çekip çevirecektik bu geziyi. Köln’den başlayan yolculuğumuz muhteşem bir Hollanda, Belçika, Fransa turuna dönmüştü. En güzel şehirleri geziyorduk. Meydanlarda gösteri yapan güzel kızlarla resimler çektiriyorduk. Okyanusa ayağımızı sokup güneşin doğmasını, batmasını seyrediyorduk. Tuhaf bir şekilde İbrahim de bana uyum sağlamıştı.
Her gittiğimiz yerde değişik Türklerle tanıştırıyordu beni. Artık Türklükle alakası kalmamış göçmenlerin yanında dini bütün gençleri görmek şaşırtıyordu beni. Gerçekten derin bir uçurum vardı oradaki gençlerin arasında. Amsterdam’ın meşhur caddesine gittiğimde yeniden acılarım depreşmişti. Orda genelevlerin kapılarında sizi içeriye çekmek için çaba gösteren yarı çıplak kızların o olağan tavrı beni şaşırtmıştı. Etrafındaki esnafla bir abi kardeş gibi sohbet eden ama kendilerine bakan bir müşteriyi görünce birden şuh bir fahişe edasına bürünen bu kızları görünce nerdeyse kapandığını sandığım yaralarım birden açılmış, içinden irinler kalbime akmaya başlamıştı.
İstanbul’da hiç böyle manzaralara şahit olmamıştım. Çeşitli reklam fuarları için yurtdışına çıktığım zamanlar da böyle yerleri gezmediğim için bu tür manzaraları görmemiştim. Herkes ne derse desin o hayat kadınları gerçek birer azizeydiler. Sırf erkeklerin gönlü olsun diye sadece bedenlerini değil ruhlarını bile sunuyorlardı. Almaktan çok vermeyi kutsayan bir toplumun, nasıl oluyor da bu kadınlara “aşağılık bir mal” gözüyle baktığını anlayamıyorum hala.





İbrahim benim o kırılganlığımı nasılsa anlayıp hızlıca uzaklaştırmıştı oradan bizi. Son durak olarak Paris’e geldiğimizde bu sefer hazırlıklıydım. O Eyfel Kulesi nasıl karşımda anılarımla bana saldıran bir Don Kişot gibi duruyorsa, kendimi bir yel değirmeni gibi kolay lokma yapmayacaktım. Eyfel kulesi bana sapına kadar seni söylüyordu. Daha önce fuar için geldiğimde Eyfel’i dolaşmış ve özellikle tepesindeki postaneye şaşırmıştım.
Düşünsenize Eyfel Kulesinden mektup kart atabiliyorsunuz sevdiklerinize. Neden Türkiye de yapılmıyor diye düşünmüştüm. Galata Kulesinde, Topkapı Sarayında, Dolmabahçe’de, Anıtkabir de mesela. Oralarda gezerken bir kutsal emanetin kartını atmak, Galata’nın resmini göndermek gayet güzel olmaz mıydı? Bunu sana da söylemiştim. “Aaa keşke bana kart atsaydın oradan.” demiştin. Sonra doğum gününden bir hafta önce gidip Eyfel kulesinden kart atmıştım. “Sırf bir kart için Paris’e mi gittin sen.” diyerek peş peşe ne kadar çok öpmüştün beni. Oysaki sadece kart için değil sadece senin için gitmiştim.
İşte şimdi o Eyfel karşımdaydı. Sıraya girip asansörle yukarı çıkarken o güçlü gözükme pozlarım birden darmadağın oldu. Sanki Eyfel’e değil bacaklarımın içinden kalbime doğru bir damarın içinden çıkıyordum. Ayakta durmam o kadar zorlaşmıştı ki ilk gördüğüm basamağa çöktüm ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. O ihtiyar Japon turistler bakıp bakıp geçerken yanımdan, sapsarı saçlarıyla güneş vurduğunda parlayan bir Alman kızı gözlerime gözleriyle vurarak durup baktı. Onun da ağlamasından korkup sesimi kestim. Yukarıya postaneye çıkamadan iniş sırasına girip doğru kendimi Paris’in o dar taş sokaklarına attım.        
Orada anladım ki biz ne kadar birbirimizden kaçarsak kaçalım tıpkı geceyle gündüz gibi birbirimizin peşinden gitmeyi asla bırakamayacaktık. Bu benim için böyleydi de senin için farklı mıydı sanki? Giderken ikimize dair götürdüğün resimlere, kullandığımız ortak eşyalarımıza bakıp ağlamadığını söyleyebilir misin bana? Gizli gizli bizim ajansın haberlerini takip etmediğini söyleyebilir misin? Ortak arkadaşlarımızın ağzından çıkacak bir haber için kulağını dört açmadığına kendini inandırabilir misin?
O sessiz telefonların senden olduğunu bilmiyor muydum? Ya da sana açtığım ama bir türlü konuşmayı beceremediğim o telefonların da benden olduğunu bilmiyor muyuz? Ama ben emin olamamıştım ilk başlarda. Öylesine bir gidişle gitmiştin ki sanki dünyada içinde ben olan ne varsa koparmıştın onlarla bağlarını. Sanki elinde olsa bir başka gezegene gidip yaşayacaktın. Öyle bir gidişti gidişin.
Ama arıyordun, soruyordun biliyorum, tıpkı benim gibi. Ortak çekim yaptığımız çocuklardan biri bana o hafta sonu Heybeli Adada birlikte bir bisküvi firmasının yeni ürününe reklam çektiğinizi söylemişti. Ve o gün beni arayan numarayı öğrenmek için aramıştım bilinmeyen numaralar hattını. Bana ankesörlü telefon olduğunu ve adalardan arandığımı söylemişlerdi. Sendin, seni yakalamıştım. Ama kendimi hiç yakalayamadım, senin peşinden gitmek için kendime hiç söz geçiremedim.
Paris’te bununla yüzleşmiştim ve mağlup olmuştum. Sonra gerisin geriye gelip o bir haftalık gezimizin sonuna varmıştık, Köln’deydik. İbrahim “İlla misafirim olacaksın.” deyince mecburen evinde bir akşam kalmıştım. Ailesinin sıcak misafirperverliği ve küçük kızıyla yaptığımız o güzel sohbet sonunda artık Türkiye’ye dönmeye hazırdım. Vedalaştık. Turan Frankfurt’taydı ve akşam dönecekti, bekleyemedim ilk uçakla tekrar İstanbul’daydım. Yenik hayallerimin şehrinde…





Kimseye haber vermemiştim, özellikle Hamdi’ye. O benim muhtemelen 15-20 gün oralarda dolanacağımı zannediyordu ama o kadar sabrım yoktu. Gelip bu şehirde seni hatırlatan ne varsa bana, onlarla tek tek hesaplaşacaktım. Eğer bunu yapmazsam tıpkı Eyfel’deki gibi, yüzüme bir şamar gibi inen bir hatıradan sonra olduğum yere çöküp hüngür hüngür ağlamaktan kendimi hiçbir zaman alıkoyamayacaktım.
İlk başlarda karşılaşmaktan çok korkuyordum. Ne diyeceğimi ne yapacağımı bir türlü bilemiyordum. Senin de gelip yüzüme tüküreceğinden ya da okkalı bir tokatla beni yere sermenden korkuyordum. Bir erkek olarak kavga etmekten hiç korkmadım, dayak yemekten de. Ama senin bir tokadının bedenimin etlerine değil, ruhumun yaralarına değecekti, canımı çok acıtacaktı, korkumun esas sebebi buydu.
Ama sen reklamcı ben reklamcı olunca karşılaşabileceğimiz mekânlar o kadar çoktu ki. Ayrıldığımız o lanet günden sonra reklamcıların çoğunlukla takıldığı hiçbir yere gidemedim. Sıklıkla gittiğimiz Tophane nargilecilerine, Beyazıt medreselerine, Beşiktaş’taki o ihtiyarların kahvaltı salonuna, Fatih’teki o Pilavcı Abla’ya hiç ama hiç gidemedim o zamandan beri. Taksimde tavla attığımız cafelere, kaşarlı dürümlerine bayıldığımız Bambi’ye, kokoreçin kralını yapan Şampiyon’a ayağımı hiç sürüyemedim. 20 milyonluk İstanbul’da her köşe başından sen çıkacakmışsın gibi tedirgin dolaştım günlerce.
Sonra tıpkı bir ölüme alışır gibi alıştım bu duruma. Ölüme alışmak ne kadar kolaydı, oysaki seninle bu şehrin sokaklarında köşe kapmaca oynamak ne kadar zorladı beni. Ama alıştım sonunda. Küçük bir çocukken babamın her zaman evin bitişiğindeki garajda hazır ettiği mezar tahtaları, komşumuzun o eski steyşın renosuna yüklenirken ölüm dayanmıştı o küçücük zihnimin her köşesine. Meraklı gözlerle üzüldüğümü gören babam “Birşey yok birşey yok geç sen içeri.” derken o patavatsız yengem bir müjde verir gibi suratıma çarpmıştı ölümü: “Oğlum İshak enişten ölmüş.”
Evet, o zaman inanmıştım “İyilerin bu dünyadan erken gittiklerine.” Tüm akrabalarım içinde en çok sevdiğim ve en iyi anlaştığım İsmail enişte en büyük halamın eşiydi. O zamanlar için tüm çevresine çok fazla gelen eşsiz kibarlığı ile ilk örnek aldığım kişiydi. Sonradan onun bu kibarlığının altında bir trajedi yattığını öğrenmiştim. Silahını temizlerken kızını vurmuş ve uzun bir süre İstanbul hapishanelerinde kalmıştı. O hapishanelerde İstanbul beyefendileri gibi konuşmayı öğrenmiş, zamanın siyasi suçluları ile kaldığı için ağırbaşlı oturaklı biri olup çıkıp gelmişti köyüne. Bana hep “Sen doktor olacaksın.” dediğinde belki de kızını kurtaramamış olmanın verdiği bir üzüntü vardı bilinçaltında. Bazen de bana takılırdı: “Kadın doktoru yapacağız seni, kadınların şeylerine bakacaksın.” Utandığımı görünce de konuyu değiştirir yine o eşsiz sohbetiyle başka başka konulardan konuşurduk.
İsmail enişte ölümle tanıştırmıştı beni. Ölüm senin sevdiğin birisinin başına gelince yüreğine takılıp kalıyordu. Yoksa başka başka ölüm haberleri dolaşıp duruyordu durmadan etrafta. O yıllardan zihnimden hiç çıkmayan bir ölümde sınıf arkadaşım Mehmet’inkiydi. Uzun boyuyla nerdeyse bir zürafa gibi hepimize tepeden bakan Mehmet ilkokuldan sonra İstanbul’a çalışmaya gelmiş, ilk günlerde de otobandan karşıya geçerken arabaların altında kalmıştı. Öyle ki onlarca araba bir yandan sürüklemiş bir yandan onu altında ezmişlerdi. Anlatılanlara göre cesedi 5-10 kilo kadar bir şey kalmıştı.
Ama şöyle esaslısından yüreğimi delip geçen ölüm neydi? Tabi ki dedeminki… Bu yaşlı adam beni bir Küçük Prens gibi yetiştirmeye çalışan bir bilgeydi. 96 yaşında sessiz sedasız öldüğünde bana gözyaşlarıyla sarıldığı son karşılaşmamızı bırakmıştı. Ona bayram ziyareti için gittiğimde aldığım bisküvilerden çabuk bitmesin diye her gün sadece 1 adet yiyen ve öldüğü gün son bisküvisini yiyen dedem bununla bana travmatik bir mesaj bırakmıştı aslında. “Bir gün öleceğiz çünkü bisküviler bir gün bitecek.”   
Anne ve babanın ölmesi nasıl bir şeydir, bilemiyorum. Hani şair soruyordu ya “Sizin hiç babanız öldü mü?” diye, benim ölmedi. Anne ve babanın ölümünün insanları çok etkilemesinin nedenini onlar ölmeden anlamak da çok zor olsa gerek. Belki de onlar bizim hayatla olan en sahici bağlarımız. Onlar spermlerini ve yumurtalarını bir coşku içinde birleştirmeselerdi bu hayata uğrayamadan teğet gelip geçecektik. Onlar vardı ve biz yaşıyorduk. Onlar olmayınca altımızdan bu gezegen çekiliyor belki. Anne kalbimiz baba beynimiz belki. Onlarsız sadece yürüyen cesetleriz. Bunu onları kaybetmeden hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Senin baban öldüğünde sen neleri bildin, gerçekten yaşamakla olan sahiciliğin kayboldu mu? Bunu soramadım sana hiç. Hissettiklerini anlatabilir miydin onu da bilmiyorum. Bildiğimi sana söyledim. Şimdilerde gitmen ya da ayrılmamız değil, seninle karşılaşma ihtimali bir ölüm gibi dolaşıyordu etrafımda. Reklamcıların yıllık ödül töreninde son reklamlarımızdan biriyle ödül kazanmamıza rağmen gitmemiştim. Muhtemelen orada olacaktın. Hamdi, tüm geceyi en detaylarına kadar bana anlatırken senden hiç bahsetmedi, senin ajanstan da. Ama söylediği her kelimeyi ben senle irtibatlandırıyordum. Aldığımız bu saçma ödülü o kadar ballandırıyordu ki gören orada Oscar kaldırdığını zannederdi.





Basit bir kadın pedi reklamıydı oysaki. Piyasaya yeni giren bu ped firması herkese epeyce para dağıttı için bir ödül vermesek ayıp olur diyerek bize de “Özel tüketici beğenisi” ödülü vermişlerdi. Ne anlama geliyorsa! Hamdi, bana hararetle anlatırken yine kahkahalar içinde söylediğin bir söz gelmişti aklıma: “Dünyayı paranın, diktatörlerin, cumhuriyetlerin yönettiğini sanma, dünyayı kadınların vajinası yönetir.” Şu aldığımız ödül bile ondandı, ne bereketli bir yer ki, yaşı kurusu, giyimi kuşamı herkesi ihya ediyordu.
O zaman gülüp üzerinde düşünmediğim bu sözünü şimdi ciddiye almaya başladım. Etrafımdaki akışa bir bakıyorum da her yerinde kadının cinselliği akıyor. Hayat Mevlana’nın pergel metaforundaki gibi. Pergelin temel ayağı kadının orasına saplanıyor ve diğer ayak dolaşıp duruyor hayatlarımızda. Bunun artık kıyamete kadar değişeceğini sanmıyorum. Che gibi bir babayiğidin çıkıp bir vajina devrimi yapması çok zor artık.
Büyük aşkların kavuşamamış aşklardan olmasının sırrı bu olmalıydı. Aşk, gökyüzüne umarsızca uçan bir balonken penis bir iğne gibi değdiğinde birden puff diye patlayıveriyordu. Hikâyeleri ayrılık üzerine olan büyük aşk kahramanları penisle vajinanın ihtişamlı imtihanından geçmedikleri için edebiyat dünyamızda hala o balonlarıyla uçuyorlar. Mecnun’la Leyla’nın kavuştuklarını düşünsenize, herhalde 4-5 çocukları olurdu, çölde oradan oraya koşturan bu veletlerin peşlerinde seğirtmekten sevişmeye vakit bulamazlardı. Sonra dırdır vırvır derken ortada ne aşk kalırdı ne meşk.
Bundan dolayı elbette onları ayıplamazdık. Bizim ölümsüz aşklarımız hep kadın ile erkek olarak varken, uzak doğudaki büyük aşklarda hep ikinci üçüncü kahramanlar vardı. Bunu artık sık sık seyrettiğim o Japon, Kore ve Çin filmlerinde gördükçe bizim kendi aşkımızı başka kahramanlar olmadan nasıl mahvettiğimizi de görüyordum. Kaplan ve Ejderha’daki o adamın mağarada ölürken kadına söylediği sözleri hatırlıyor musun: “Hayatım boşu boşuna geçti.” Beni anlatan işte bu sözdü. Ya da Parlayan Hançerler Evi’ndeki yüzbaşının genelevdeki kıza “Senin adın neden çiçek adı değil?” diye sorunca kızın “Çiçekler dağlarda olur.” deyişinde ben senin gibi bir çiçeğin bu şehirde ne işi olduğunu sorguluyordum. Bir çiçektin benim için, bir buhuru Meryem, bir karanfil ve asi bir kardelen.
Kardelen’i konuşmuştuk senle bir gün uzun uzun:
“Kardeleni biliyor musun?”
“Çiçek.”
“Çiçek var çiçek var.”
“Nasıl yani?”
“Çiçek vardır sadece genç kızlara verilmek içindir, çiçek vardır sadece edebiyatçılara malzeme olmak içindir, çiçek vardır isyan etmek içindir.”
 “Hadi be yine reklamcılığa başladın, çiçek çiçektir işte.”
“Sen kardeleni bilir misin? Bak adına dikkat et, kar delen. Ne demek karı delen. Tabi sen erkeksin hemen karı delenden malum organına vazife çıkarma, bu dağ başındaki kar. Beyaz lapa lapa yağan kar. İşte bu çiçek bir asi gerilla gibi o küçücük cılız bedeniyle karla savaşır. Yüzlerce kilo ağırlığında olan o beyaz ölümü yener ve başını güneşe uzatır. İşte o kendi haliyle şu hayatın kurallarına karşı çıkar, tekdüzelikle savaşır, güneşe ulaşır. ”




Sen de bir kardelendin, değil mi? Şimdi anlayabiliyorum. Sen de isyan etmiştin hayata. Köyündeki her genç kızın kaderine boyun eğmemiştin. Ablan gibi gidip bir işçinin eşi olmayacaktın. Okuyacak büyük şehrin karanlık sokaklarından başını güneşe çevirecektin. Beyazıt’taki o yurtta yaşadığın sefaletlere inat, çalıştığın her yerdeki tacizlere inat sen bir kardelen olacaktın. Ve olmuştun… Bense senin o güneşe çıkardığın başını ezmeye çalışan bir çocuktum işte. Elinde sopası, o çiçeklerin o taşların o kuşların bir canı olduğunu bilemeyen bir çocuktum. Vurup vurup düşürüyordum toprağa hepsini.
Hele bizim mahallenin zalim çocuklarıyla çete kurup, önüne gelen ne kadar canlı varsa dünyaya geldiklerine pişman etmeye yemin ettiğimiz o günleri hatırladıkça içim sızlıyor. Bir kirpiyi hiç unutamıyorum, yoldan geçerken yakalamıştık onu, durmadan taşlamıştık. O başını gösterip azıcık yürümeye çalıştığında kocaman bir taşı indiriyorduk başına. Uzun süre dayanmış ve savaşmıştı bu çeteye karşı. Ama baştan kaybedilmiş bir savaşa girmişti bir kere, kaybetmiş ve canını vermişti. Şimdi canımdan can vererek diriltmek istediğim tek canlıydı o kirpi. Biliyorum hayat boyu canıma değip canımı acıtacak her acıda onunda bir oku olacak. Tıpkı senin saçlarının da bir ok gibi gelip bağrımı delmesi gibi, esen her İstanbul rüzgârında…
Nedim gizliden bir psikolog rolüne soyunmuş kendine has yöntemlerle beni tedavi etmeye çalışıyordu. Zira ben ona göre ayrılık acısını kaldıramayan şaşkın bir aşıktım. Kendi halime bırakırsa benim deli divane olacağımdan korkuyordu. Zira ona Sinan’ı anlatmıştım. Sevdiği kızı alamayınca beyninin sigortasını attıran Sinan küçük halamın oğluydu. Uzun süre Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde yattıktan sonra ilaçlarla yaşayabilecek hale gelmişti. Köyde aklı kıt bir kızla evlendirilmiş ondan bir çocuğu olmuş sonra karısı evi terk etmişti. Selami en sonunda evlerinin koruma duvarları örülmemiş balkonlarından düşüp omurlarını zedelemiş ve felç olmuştu.
Bir hastanenin yoğun bakım odasında dolaşan Azrail’in kanatları ilk kez Sinan’ı görmeye gittiğimde sinir uçlarıma değmişti. Zayıflamıştı ve boğazına takılan hava borularından dolayı konuşamıyordu. 15-20 dakika ben konuşmuştum o gözyaşları ile katılmıştı sohbete. Bu kadar uzun süre bir insanın ağlayabileceğini ilk o zaman görmüştüm. Ellerimle sildiğim gözyaşları sıcacıktı. Onun içinde hala atan o aşkın sıcaklığında ağlıyordu. Kısa bir süre sonra Sinan içindeki o sevdasıyla uçup gitmişti. Nedim benim de yeni bir Sinan olmamdan korktuğu için etrafımda dört dönüyordu. Evet, onun için iyi bir ortaktım ve beynim çalıştığı sürece para kazanabiliyorduk.
Ama sensiz beynim bile düzenli çalışmıyordu. Ne olursa olsun her türlü ürün için 10 dakika içinde en kral sloganları bulurken şimdi günlerce üzerinde çalışıyordum. Reklam filmi için yazmam gereken diyalogları çoğunlukla stajyerlere tamamlatıyordum. Çünkü kafamı toplayıp küçük bir hikâye yazacak kadar kelime tutamıyordum hafızamda. Sensiz kelimeler sözlüğüne dönüştü anadilim. Ben hangi kelimeye uzansam o kelimenin harfleri kanatlanıp sen oluyorlardı. Sana konup adın çıkıyordu ortaya, uçuyorlardı beynimin içinden.
Nedim bir gün yine kapıma dayandı:
“Anlaşılan seni Avrupa kesmedi, biraz daha soğuk taraflara git de, iliklerin açılsın biraz.”
“Saçmalama bir yere kımıldayacak halim yok benim.”
“Eşek gibi gideceksin oğlum, kızlar, para, Kremlim Sarayı ve Putin amca seni bekliyor.”
“Oğlum manyak mısın ne işim var Rusya’da?”
“Şu bizim kürkçü Rusya’da voleyi vurmuş oğlum. Şimdi Rusça bir markayla orada 5 milyonluk bir yatırım yapıyor. Tüm reklam çalışmalarını, afişleri, bilbord tasarımlarını yapmamızı istiyor.”
“Ee oraya gitmek mi lazım anasını sattığımın 3-5 afişi için?”
“Öyle değil işte, adam orda pazarları gezmemizi istiyor. Oranın sistemi bizim burası gibi değilmiş, sitemi tanımamızı istiyor. Halkla biraz iç içe olmamızı istiyor. İki haftalık bir gezi olacak. Tüm masraflar kürkçüden. Orda tasarımları yapacak bir ajans varmış, Türklerin açtığı. Ama görselden de anlayacak birisi olması lazım. Eee buda ben olmadığıma göre.”
“Bak yine beni buradan postalamak için bir üç kağıt yapıyorsan şerefsizim geldiğimde ağzını burnunu dağıtırım.”
“Valla billah değil oğlum ya, git para kazandır gel bize. Napolyon amcanın ruhu sızlamasın o soğuklarda. Ha kızların da hakkından gel, bir Türk nasıl dünyaya bedelmiş göster.”
Nedim için benim hastalığımın tek çaresi tabii ki karılar kızlardı. Eğer onun gibi 3-5 hatunla yatsam tüm dertlerim bir gecede şifa bulacaktı. Neyse ki tartışacak havada değildim. Aslında bende gizliden bir uzaklaşma isteği duyuyordum yeniden. Yine ilk uçakla Moskova yollarındaydım, bereket bu sefer sırt çantamı alacak kadar vaktim vardı.
Uzun yolculuklarda üç dört bavul bagajı olanlara gıcık olduğum kadar hiç bir şeye gıcık olmam. Görenlerde çeyiz taşıyor zannedecek. Topu topu 1 haftalık bir seyahate elbise dolaplarının yarısını götürmenin ne anlamı var bir türlü anlayamıyorum. Ben iklime göre 2-3 tişört ya da kazak alırım, iki de pantolon aldım mı tamamdır. Hiçbir zaman bagaj bekleme derdim olmadı havaalanlarında. Bagajım kayboldu diyerek de havayolu şirketlerinin elemanlarına da saldırmadım hiç. Her yolculuk büyük ölüm yolculuğuna hazırlanmak gibi geliyordu. Ne kadar az yüküm olursa o kadar rahat edecektim.
Moskova’ya iner inmez bizim kürkçünün yardımcısı İlyas beni karşıladı. Asıl adı İlyasov olan bir Azeri iş adamıydı. Türklerle çok kaldığı için Türkçe’si gayet güzeldi. İki hafta boyunca Moskova pazarlarını didik didik ettiğimiz İlyas aynı zamanda benim ev sahipliğimi de yapmıştı. Güzel bir otelden yerim ayrılmasına rağmen o otele bırakmamış evinde misafir etmek istemişti beni. Benim de canıma minnetti. Otellerden nefret etmeye başlamıştım artık.
Gerçekten Rusya’da ticaret bizimkinden farklıydı. Orada para halk pazarlarında dönüyordu. Pazar dedimse bizimkiler gibi değil. Konteynerlerden oluşan bu pazarlar bin, beş bin, on bin konteynere kadar çıkıyordu. İlyas’ın da böyle bir pazarda iki konteynırı vardı. Bu pazarlar Yahudi iş adamlarının elindeydi ve gerçekten büyük paralar dönüyordu. Orada ilk gözüme çarpan kadınların inanılmaz giyim zevkiydi. Pazarlar durmadan bir makine gibi çalışıyordu. Rus kızlar ve kadınlar sanki kurulmuş birer saat gibi durmadan alışveriş yapıyorlardı. İlyas sık sık “Abey” diyerek bilgilendiriyordu beni bu konularda:
“Abey bu Ruslara elbise de başka bir şey deme. Kızları kadınlarının akılları fikirleri elbisedir. Çoğunun maaşı 100 doları geçmez ama her ay en az 300-500 dolarlık alışveriş yaparlar.”
“Nasıl yapıyorlar bunu?”
“Nasıl yapacaklar abey hepsinin en az iki sevgilisi var. Biri yabancı biri buraların zenginlerinden.”
“Kocaları rahatsız olmuyor mu bu durumdan?”
“Yok be abey nerde, ha domuz ha Rus, hiç fark etmez. Bunların evine iki kuruş fazla girsin yeterki. Karısını da satar kızını da.”
“Müslümanlık güzel şey desene, en azından insanlarda ar namus oluyor.”
“Hakkatten abey ya.”
Tabi ben bunu çok saf bir şekilde söylemiştim, İlyas’ın da saf bir şekilde onayladığını zannediyordum ama işin böyle olmadığını anlamam çok sürmedi.
İlyas’ın Rus bir karısı vardı, daha doğrusu birlikte yaşadığı sevgilisi diyelim. Zira ben onu sonraları öğrenmiştim. İlyas’ın o küçük evine gittiğimiz akşamları sevgilisi Tanya bize ufak tefek yiyecekler hazırlardı. İlyas da çok marifetliydi, harika kuru fasulye pişiriyordu. Tanya’yla sevişmeleri çoğu zaman benim kaldığım yere kadar geliyordu ve yarı çıplak kalkıp banyoya geçiyorlardı. Ben o kadar utanıyordum ki bazen uyuyor numarası yapıp öğlen vaktine kadar kalkmıyordum yataktan. Tanya aynı zamanda İlyas’ın dükkânı işletiyordu. Daha ikinci gün akşam beni bir bara götürdü İlyas. Orda 15-20 dakika içinde bir kızla tanıştı ve bana “Abey az işim var gelecem hemen.” diyerek çıktı. Ben daha içkimi bitirmeden geri gelince:
“Hayrola nereyi gittin?”
“Ya kızı arabaya götürdüm, orda biraz oynaştık Abey.”
“Ne çabuk, maşallah çok hızlıymışsın?”
“Öyleyimdir Abey bu Rus kızları böyle yaptı beni. Hadi gel sana da bir tane ayarlayalım.”
“Yok sağol böyle iyiyim ben.”
“Abi yoksa sen hoca mısın, bak benim bir hocam var, çok mübarek bir insan, onun için ölürüm ben.”
“Yok hoca değilim de şimdi canım istemiyor. Hem biraz ortamı tanıyayım.”
“Abey sen bilirsin de bu Rus kızlar var ya ben onları tanımadan o kadar yıl boşuna sevişmişim.”
“Yapma ya!”
“Valla abey, bak bir tanesiyle seviş, başka bir kadından bir daha zevk alamazsın. Valla ben karımdan bile zevk almıyorum artık.”
“ Nasıl almıyorsun ya sabaha kadar inletiyorsunuz evi.”
“Ooo abi Tanya’yı demiyorum, benim memlekette karım var, Azerbeycan’da yani.”
“Tanya senin karın değil mi?”
“Karım gibi de, değil tabi. O Ukraynalı hem Rus değil, ailesine bakmak için çalışıyor. Ben de hem iş veriyorum hem zevk veriyorum işte.”
“Karın bilmiyor mu bunu?”
“Bilse ne olacak ki. Her ay 200 dolar para gönderiyorum, orada krallar gibi yaşıyor. İki kızım var, onlara bakıyor. Hem 6 ayda bir gidebiliyorum oraya. Burada karı olmadan olur mu?”
“Ya tamam olsun da her önüne gelen kıza sulanıyorsun ama.”
“Abey sen de öğrenirsin merak etme, bak ben sana öyle kızlar bulcam ki, cennete mi geldin diyeceksin valla.”
“Hadi bakalım, göreceğiz.”
İlyas da Nedim gibi işi getirmiş kadına dayamıştı yine. İtiraz etmenin bir anlamı yoktu. Zira buraya gelen her Türk’ün birinci hedefi kendisine bir Rus sevgili yapmaktı. Rus kızları da buna can atıyorlardı tabi. Hele kendilerini Türkiye’ye tatile götüren bir sevgili bulmak Rus kızları için lotodan büyük ikramiye çıkması gibiydi. Dolaşırken gördüğüm tek manzara buydu. Türklerde bu tür fırsatlara hiç hayır demiyorlardı tabii ki. Orada Rusların “Çeçen’den canını, Azeri’nden malını, Türk’ten karını koruyacaksın.” atasözünü de duyunca işin boyutunu tam olarak anlamıştım.
Rusya’da bir gece yarısı Kremlin Meydanına gitmiştik İlyas’la. Meydanın köşesinde bir rögar kapağı vardı. Oldukça büyük ve işlemeli bir demir kapaktı. İlyas hemen anlatmaya başlamıştı:
“Bak abey, burası Ruslar için dünyanın ortası yani tam merkezidir. Rusya’ya dağılan tüm elektrik, telefon, karayolu, demiryollarının başlangıç noktası da burasıdır.”
“Desene adamlar büyük düşünüyor, dünyanın merkezini saraylarının önü yapmışlar.”
“Öyle abey, şimdiye bakma bu gavurlar geçmişte az çektirmediler bize. Şimdi de çektiriyorlar aslında. Bak bizi Ermenistan ile savaştırdılar. Bir sürü yiğit öldü, aramızda büyük bir düşmanlık oldu. Oysaki biz orada Ermenilerle bir kardeş gibi büyüdük. Aynı okullara gittik. Şimdi herkes birbirine düşman. Hatta Ermeni karısı olan Azeriler ağlaya ağlaya karılarını gönderdiler. Bu ne vicdana sığar ne insanlığa be abey.”
Bazen işi gücü kürk satmak olan ve dolar saymak ile Rus kızlarla sevişmekten başka bir zevki olmadığını sandığım bu adamın böyle naif anlarına şahit olmak beni şaşırtıyordu. Tam ben İstanbul’da bıraktığım köşe kapmaca oyununu unutmuşken birden İlyas yeniden bana hatırlatıvermişti:
“Abey Lenin zaliminin mezarını da görürdük ama o şimdi kapalı, biliyorsun demi adamı mumyalamışlar, müzede sergiliyorlar.”
Lenin gibi mumyalamış bir cesettim bende işte o an. Tek farkım vardı, kimse beni görmek için para vermiyordu. İşin en yaralayıcı tarafı da bunun suçlusu bendim. Kendi kendimin zalimiydim. O eşsiz güzellikteki Kremlin Meydanında gecenin bir vaktinde İstanbul’a doğru baktım. Kim bilir sen hangi yastığa sarılmış ve ağlıyordun. Kim bilir nasıl da özlemiştin beni. Nasıl da kucaklamak için asık suratımı çekmeye razıydın.
O gece sabaha kadar uyumadan Moskova’yı seyrettim. Gece birden hayret verici bir gök olayı oldu. Tüm Moskova ortasında kocaman bir avize yanmış gibi pırıl pırıl oldu. Artık gezegen mi tutuldu ay mı bilmiyorum ama seninle o Moskova’nın aydınlık gecesinde sarılarak bir dans etmek isterdim. O parlak gecenin en çok parlayan yıldızı olarak sana sarılıp dudaklarından öpmeyi ne kadar da çok istedim.
Bu arada bizim kürkçü patronun işlerini de takip ediyordum. Reklam tasarımlarını oradaki ajansta yapıyorduk. Çocuklar çok yetenekliydi zaten. Birkaç saatte işleri halledince bana da gezmek dolaşmaktan başka bir seçenek kalmıyordu. Yeni açılan büyük Migros’u, dünyanın en büyük oto galerisini, tarihi yerleri gezmiştim. İlyas’ın tanıştırdığı kot pantolon üreticisi Sadık ile iyi arkadaş olmuştuk. Sadık az çok okuyan birisiydi de. Tolstoy’u Dostoyevski’yi konuşacak birini bulmak beni sevindirmişti.
Sadık bana bir hafta sonu Savaş ve Barış’ın, Anna Karenina’nın, Diriliş’in yazıldığı yerleri gezdirmeyi teklif edince havalara uçmuştum. Sadık’ın en güzel tarafı da Rus kızları meraklısı olmaması ve beni illa birisiyle birlikte olmam için zorlamamasıydı.
Sadık ile hafta sonu içimi acıtan bir seyahat yapmıştık. O büyük Rus yazarlarını orada yeniden keşfetmiş ve ancak anlayabilmiştim. Bu kadar büyük bir sefalet olamazdı. O iğrenç kurutulmuş balık kokusunun sardığı 10-15 metrekarelik dairelerin olduğu devasa binaları gezmiştik. İçinde yüzlerce ailenin kaldığı ama tek banyosun, tek mutfağının, tek tuvaletinin olduğu binalar. Büyük yazar olmak büyük hikâyelerin yaşandığı yerde yaşamaktan geçiyordu. Tolstoy, Dostoyevski de böyle yerlerde yaşamışlardı ve bu insanların hikâyelerinin hakkını verip büyük yazar olmuşlardı.
Artık Rusya günlerimin sonuna gelmiştik. İlyas iki haftadır etrafımda pervane gibi dönmesine rağmen beni Rus kızlarıyla yatağa atamadığı için ezik büzük geziyordu yanımda. Gitmeden önceki son akşam “Tamam be kardeşim, hadi götür beni kızlara bu akşam sen ne dersen o.” diyerek onun dümen suyuna gitmeye karar vermiştim.
Hemen büyük bir kafeye gittik. Kafelerini de pek sevemedim bu Rusların. Hele Allah için hiçbir kafesinde su olmamasına gıcık olmuştum. Adamlar o kadar çok votka ve gazlı içecek tüketiyorlardı ki kimse su içmiyordu. Dolayısıyla su da satılmıyordu kafelerinde, barlarında. Biz oturur oturmaz iki güzel kız masaya geldiler. Meğer İlyas biz yola çıkmadan bunları ayarlamış. Ama o gece beraber olacağımız kızlar bunlar değildi. Zira bunları daha önceki misafiri olan iki tekstilci arkadaşına yapmıştı. Kızlar da zaten hemen vizeleri bitip de Türkiye’ye dönmek zorunda kalan bu adamları sormuşlardı. İlyas’ın her şeye rağmen bir namus anlayışı vardı ve bu kızlarla beraber olmuyordu. Kızlar ona çok acık bir şekilde asıldıkları halde. 
Biz kızlarla bir şeyler içtikten sonra kalktık ve kızların arkadaşlarına gitmek için yola koyulduk. İlyas bir markete girdi, biraz meyve, içki ve prezervatif aldı. Bana prezervatifi verirken de “Aman ha bunsuz yapma, bunlarda bin tane hastalık vardır.” “Ulan hastalık varsa ne diye yatmak için can atıyorsun.” demek istedim ama o anda o çoktan havaya girmişti. Kızların evine çıktık. Loş bir ortamda biri 20 yaşlarında biri 30’larında iki kız bizi bekliyordu. Bir şeyler yiyip içtikten sonra kızlar aralarında bir tartışmaya başlamışlardı. Ben Rusça ‘Da’dan başka bir şey bilmediğim için pek bir şey anlamıyordum. Ama tartışmanın dozu iyice artmıştı ve büyük olan kız kapıyı vurup çıkmıştı.
Ben “Ya noldu, niye kavga ettiler bunlar.” deyince İlyas kızgın bir şekilde “Abey koyduğumun kızları ikisi de senle olmak istiyorlar, biraz içince sapıttılar, kavga ettiler.” “Hadi be.” derken bir taraftan da bu işten yırttığım için keyiflenmiştim. Aşağı indik, kızlar bizi uğurladılar. Bir süre sonra İlyas “Abey sana bişey söyleyeceğim inanmayacaksın valla.”
“Söyle neymiş ya.”
“Abey bu içerdeki kızlar varya.”
“Evet.”
“Abey onlar anne kızmış. Bizim kızlar söyledi şimdi.”
“Hadi be.”
“Abey valla öyleymiş.”
“O nasıl anne ya en fazla 10 yaş fark var aralarında.”
“Abey bunlar işte kendilerine bakıyorlar. Kız gibi kalmış karı be.”
“Eee artık şansına küs.”
“Abey valla iş inada bindi. Ben bunların peşini bırakmam.”
İlyas’ın sonra ne yapıp ne yapmadığını bilmiyorum ama tekrar İstanbul’a indiğimde garip bir sadık kalma hissiyle doluydum. Ayrılmış ve birleşemeyecek iki aşığın böylesine garip bir sadakat hissi taşıyabileceklerini o zaman yaşamıştım. Hala senin teninin kokusuydu içime en son çektiğim. Hala senden sonra başkasına sarılıp uyumamıştım. Bu durum da bende bir bakirelik olgusu yaratmıştı. Senden sonra uzun bir süre bu hisle yaşamıştım. Ne zaman Berrin’le yaşadığım o kısa birliktelik olmuştu, ben artık senin değildim. Senin kokun, nefesin, teninin kıvrımları silinip gitmişti hafızamdan ya da ben öyle zannetmiştim.
İstanbula biraz daha dinginleşmiş bir kafayla gelmiştim. Bir de ufak bir yazıyla. O aydınlık Moskova gecesinden kalma yazıyı bir peçeteye yazmıştım:
Seni sevebilmek ne güzeldi, sıcak havada esen bir rüzgâr gibiydi.
Yüreğimin orta yerinden parmak uçlarıma kadar bir esenlik verirdi seni sevmek. Hangi yöne dönsem güneşe gölge olurdun sen. Üşüsem ısıtırdın. Acıksam doyururdun.
Seni sevebilmek ne güzeldi, okyanus ortasında bir ada bulmak gibiydi.
Pusulasını kaybetmiş ruhuma yöndün sen. Sevmesini öğreten öğretmenimdin. Ne kadar uzaklara açılsam da, beni toprağa kavuşturan yaşamın kıyısıydın sen.
Kâbuslarımdan o uçsuz bucaksız derin kuyulara düşerken okuduğum euzü besmelem, nas'ım, şükrümdün sen.
Uyandığımda yanı başımda buluverdiğim bayramlık elbisem gibi her gün yeni yeni sevinçler sunan ömrümün hediyesiydin sen.
Düştüğümde annemin yaralarımı öpmesi gibi yeryüzünün bütün bir şefkatiyle öperdin beni. Sabah olur, öğlen olur, ikindi olur, akşam olur, yatsı olur, bir de sen olurdu gün.
Sen bir gece vakti düşen bir yıldıza dilekte bulunan çocuğun uykusuna giriveren bir hayal perisi, sen hiçbir saatin gelişini haber vermeyeceği bir zaman aralığı… Yeni açan tüm çiçeklerin elçiliğiyle bile anlatılamayacak kadar narin ve güzel bir bahar.
Sen; işte kaybettiğim kelimeler, yazamadığım satırlar. Ve seni sevmek tüm bunlar…
Seni sevebilmek, bir kaç damla gözyaşı gözlerimden içime doğru akan.
Seni sevebilmek ne güzeldi bir bilsen.
Peçete cebimde aylarca dolaşıp durmuştu, en sonunda cebimdeki ıvır zıvır notlarımla birlikte masanın üzerine bırakmıştım. Bir süre sonra etraf temizlenmiş ve ben yazıyı tamamen unutmuşken bizim stajyerlerden Berrak elinde bir kâğıt parçasıyla gelmişti:
“Ben size bunu vermeyi unuttum.”
“O ne ki?”
“Siz Rusya’dan geldikte sonra bunu masanın üzerinde bulmuştum. Bir peçeteye yazmışsınız, ben de lazım olur diye size temize çektim.”
“Sağ ol Berrak çok önemli bir şey değildi ama teşekkürler yine de.”
Ah ne kadar da önemliydi. O yazdığım not bana ruhumun sadakatini hatırlatan bir işaret fişeği olmuştu. Kalbimin seni severken tüm potansiyelini kullandığını anlamıştım. Daha çok sevebilecek miydim? Çok zordu. İnsan ilk kez derinden sarsıla sarsıla sevdikten sonra diğerleri ancak bu sevmeyle ölçülen bir sevgi birimi haline geliyordu. Sevmelerinizi hep en çok aşık olduğunuz kişiye göre hesaplıyordunuz. Üstüne koyup daha çok sevebilir miyiz, bilmiyorum. Bu güne kadar sevemedim. Hep gölgesinde kaldı diğer sevmelerim seni sevmemim. Zaten bundan sonrası için de bir yarışa girsin istemiyorum kalbim.